Küresel düşünme, İK ve Ar-Ge

Adnan NAS
Adnan NAS ASLINA BAKARSANIZ adnan.nas@stfa.com

Bulunduğumuz yeri beğenmediğimiz için genellikle ters giden ya da bizi tatmin etmeyen gelişmelere değindiğimiz doğru ama bu, kesinlikle her şeyin kötü olduğu anlamına gelmiyor tabii. Zaten demokrasiye ve piyasa ekonomisine geçtiğimizden beri, sık sık ara versek ve zigzaklar çizsek de, hızla artan nüfusumuza rağmen refah düzeyimizin hiç de küçümsenmeyecek ölçüde arttığı yadsınamaz. Bizim derdimiz gelişme hızının gelişmiş batı dünyası ile aramızdaki mesafeyi kapatacak kadar hızlı olmayıp ortalama ekonomik büyüme anlamında %4-5 aralığında kalması, insani gelişme anlamında ise daha da yavaş gerçekleşmesi, üstelik bu arada batı'dan ve uzak doğu'dan bazı ülkelerin parlak başarı hikayeleri yaratıp bizden defalarca hızlı gelişmiş ve üst lige yükselmiş olmaları. Yani bunun mümkün olduğunu kanıtlamaları. Bizim de 2004-2008 kesitinde yaptığımız gibi doğru gündeme odaklanıp stratejik kararlılığımızı arttırmamız halinde benzer bir başarı hikayesi yaratacak kapasitede olduğumuza inancımız.

Öğrenen toplum olmak

Toplum olarak olumlu performans gösterdiğimiz konulardan biri de 1980 sonrası liberalleşme ve dışa açılma hamleleriyle birlikte bizim dışımızda bir dünya olduğunu da fark etmemiz ve rekabetçiliğimizi geliştirmek için pek çok alanda reform yapmak gereğiyle yüzleşmemiz oldu. En azından bu konuları kamuoyu önünde açıkça tartışmaya ve böylece yol haritası konusunda giderek genişleyen bir sosyal tabanda uzlaşma denemeleri yapmaya başladık. Zamanla bu platformlara uluslararası kuruluşları, uzmanları ve küresel yatırımcıları da dahil etmeyi, yani başkalarının deneyim ve birikiminden yararlanmayı da öğrendik. Bu ortamın, hata yapsak ve krizlere girsek de bunları çabuk atlatmamızda yardımı oldu ve oluyor. Yakın tarihimizde AB, Dünya Bankası ve IMF başta olmak üzere uluslararası kuruluşların çok defa doğru yörüngeyi bulmamızda, önceliklerimizi ve zaaflarımızı tespit etmemizde tavsiyeleri, bazen de yardımlarıyla ciddi katkısı olduğunu sanırım bu konularla biraz ilgilenen herkes kabul eder.

Ancak uzun yıllar süren içe kapalılığın ve artık miadı dolduğu için terk ettiğimiz himayeci ekonomik modelin toplumsal dokuya işleyen zihinsel sınırlarını aşmamız kolay olmuyor. Nitekim ekonomik boyutuyla doğrudan dış yatırımların önemini anlayıp neden bize gelmediğini sorgulamaya başlamamız da, küresel rekabete ayak uydurmak için şirketlerimizin küresel düşünmeleri gerektiğini ve bu açıdan sermaye ihracının kan kaybı demek olmadığını öğrenmemiz de epey bir zaman aldı.2001 krizi öncesinde katıldığım bir uluslararası toplantıda, aynı masada oturduğum bir Dünya Bankası uzmanı Türk Hükümeti ve özel sektör yetkililerini dinledikten sonra hiç unutmadığım bir soru sormuştu bana: "Türkiye'yi hep izliyorum, sorunlarınızı saptamaya ve çözmeye çaba gösteriyorsunuz ama merak ediyorum neden bu kadar az dış yatırım çektiğiniz üzerinde neden durmuyorsunuz?" Neyse ki kriz sonrasında bu kilidin nasıl açılacağını öğrendik. Kültürel ve kurumsal nitelikli zihni takıntılarımız ise halen sürüyor. Söz gelişi AB ile bütünleşmenin sadece ekonomik yarar değil, aynı zamanda Avrupa ve Ortadoğu'da rol modeli olmamızı da sağlayacağını, zaman zaman yaptığımız gibi Ortadoğululara Batılı, Batılılara Ortadoğulu gibi davranarak bir yere varamayacağımızı, ayrıca siyasi ve askeri müttefikimiz ABD ve coğrafi/kültürel akrabamız Ortadoğu ülkeleri ile güven/samimiyet krizleri yaratarak ilişkide bulunduğumuz dünyadaki algımızı belirsiz ve gölgeli hale getirdiğimizi umursar görünmüyoruz.

Uludağ zirvesinden notlar-nasıl bir İK yatırımı?

İşte geçtiğimiz hafta sonunda Uludağ'da yapılan ve yerinden dolayı "yerli Davos" diye adlandırılan toplantı da, bu açıdan yeni ipuçları olup olmadığını gözleme imkanı verdi. Gerek katılımcı sayısının fazlalaşması, gerekse yabancı katılımcıların artışı ile geçen yıllara göre daha kapsayıcı hale gelen toplantıda şirketlerimizin çok daha büyük bölümünün küresel düşünmeye başladığını ve rekabetçiliğin önemini içselleştirdiğini görmek doğrusu sevindiriciydi. Gerçi söylem ve uygulama arasında bir zaman farkı olma ihtimali sadece kamu kesimine özgü değil, ama özel kesimin doğası ve karar alma sürecinin kısalığı bu sakıncanın önemini azaltıyor. Öte yandan küreselleşme faktörüyle doğrudan ilgili panellerden biri olan ve benim de yönetiminde bulunduğum şirket adına konuşmacı olarak katıldığım "bölgesel üs-küresel güç" panelinde altını çizdiğim bazı kritik ve kısmen şirketlerimiz açısından özeleştiri anlamına gelecek hususlarda yerli ve yabancı şirket üst yöneticileri olan diğer panelistlerle ve salondaki üst düzey katılımcılarla mutabakat halinde olduğumu görmek de oldukça umut vericiydi. Medyadaki yansımanın doğal olarak sınırlı kalacağını düşünerek bunlardan bazılarını Dünya okuyucularıyla paylaşmak sanırım yararlı olacak.

Öncelikle dünya üzerindeki parlak başarı hikayelerinin hiç birinin doğal kaynak zengini ülkelerden değil, yoğun şekilde insan kaynağına yatırım yapan ülkelerden çıktığını, bunun da tesadüf olmadığını akılda tutmak gerekiyor. Bizim bu konudaki karnemiz bugüne kadar çok iyi değil. Eğitime verdiğimiz bütçe payını son yıllarda arttırsak da bu konudaki yaklaşımımız bina ve araç gereç yatırımıyla, yani nicelik boyutuyla sınırlı kalıyor, yani eğitimin niteliğini ve eşzamanlı geliştirilecek bilim üretimi ve sanayileşme stratejileriyle uyumlandırılmasını göz ardı ediyoruz. Oysa Kore'den İrlanda'ya, Singapur'dan Tayvan'a kadar başarı hikayesi olan ülkelerin hepsinin ortak özelliği insan kaynağının kalitesini yoğun eğitim yatırımıyla yükselterek faktör verimliğini arttırmak ve böylece olağanüstü katma değer üretmek. Öyle ki 70'li yıllarda yoksul ve kaderini Malezya'ya bağlamış Singapur, 90'lı yıllarda yani 20 yılda 30 bin dolar kişi başı milli gelire ulaşıyor. Kore'de imalat sanayi içinde tekstil, gıda gibi emek yoğun sektörlerin payı 1970'de %49 iken 2000'lerde %14'e düşerken bilgi bazlı ve yüksek teknolojili ürünlerin payı aynı sürede %4'ten %25'e çıkmış. Yine Kore'de ihracatta yüksek teknolojinin payı % 32'ye ulaşırken, Türkiye'de bu oran % 5 ve bu fark her yıl daha da açılıyor. Uzakdoğu ülkeleri de bizim gibi taklitçilikle başlamışlar, ama meslek eğitimine ağırlık vererek ve doğru sektör öncelikleri belirleyerek kısa sürede kısa sürede teknoloji üretimine geçmişler.

İnşaattan teknoloji devine dönüşüm - Arge çıkmazı

Bu başarının anahtarı, hem bilimsel bağlamda, hem de kaynak ve yönetim anlamında gerçek bir üniversite özerkliğini ve üniversite- sanayi işbirliğini hayata geçirmeleri. Bizim yapamadığımız da bu, o nedenle yaratıcılığı özendiremiyor ve katma değerde sıçrama yaratamıyoruz. Teknoloji ve know-how üretemediğimiz için de çoğu konuda taşeronlukla yetiniyor, bize bırakılan ucuz işleri yapmak durumunda kalıyoruz. Kore'de Samsung ve Hyundai gibi şirketler inşaatçılıkla başlayıp biri teknoloji, diğeri otomotiv alanında dünya devlerine dönüşürken bizim inşaat şirketlerinin, vergilendirilmeyen inşaat rantları nedeniyle hep inşaatçı kalması, eğitim kalitesi ve Ar-Ge odaklanmasındaki eksiklikten kaynaklanıyor. Ar-Ge'de de son yıllardaki yoğun çabalarla milli gelir'e oranla %0.9'a ancak çıkarabildiğimiz düzeyimiz, on yıllardır AB'de %2, ABD'de % %3, Kore ve Tayvan gibi Uzakdoğulularda ise %3'ün de üstünde seyrediyor. Nasıl olmasın ki bizde parlak öğrencilerin hiçbiri, farklılaştırılmış burs ve ücret politikalarıyla arge'nin ana kaynağı olan temel bilimler öğrenimine yönelmiyor. Bunun doğal sonucu da Kore'de yıllık patent sayısının 3 bin, bizde ise 20 olması şeklinde ortaya çıkıyor.

Tartıştığımız diğer bir sorun da konuşmayı çok sevdiğimiz finans merkezi olma amacının gerçekçiliğiydi. Ben bu konuda kurumsal ve sosyal ekosistem noksanlıkları nedeniyle küresel değil, ama belki bölgesel finans merkezi olabileceğimizi, bunun için de çok sayıda faktörde iyileşme sağlamamız, rakip olarak da Londra gibi büyük merkezleri değil, Moskova gibi diğer adayları görmemiz gerektiğini düşünüyorum. Bunun nedenlerine ve Uludağ'daki diğer oturumlardaki konular ile ilgili görüşlerime başka bir yazıda devam edeceğim.
 

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Seçim biter, kriz bitmez 02 Temmuz 2019
Yolun sonuna geliyoruz 11 Haziran 2019