Riskleri de stratejileri de ciddiye almak

Adnan NAS
Adnan NAS ASLINA BAKARSANIZ adnan.nas@stfa.com

Yeni yılın belki de en azından bizim açımızdan şimdiye kadarkilerden daha da belirsiz olacağı, şimdiden belli olmaya başladı. Petrol fiyatının ve enerji maliyetinin düşüşüyle başlangıçta yükselen moral dalgası, ilk belirtileri hemen ortaya çıkan muhtemel olumsuz sonuçlarla sönmeye yüz tuttu. Gerçekten de temel gelir kaynakları petrole dayanan ülkelerden gelecek ihracat, turizm ve dış müteahhitlik gelirlerinde daralma ihtimali, net sonucu sıfıra indirme potansiyeli barındırıyor. Daha önemlisi, yükselen ülkelerde ve özellikle bunların cari açığa bağımlı olanlarında sermaye hareketlerinin birbirini zincirleme etkilemesi nedeniyle, Rusya'da olanların Türkiye piyasalarına da yansımakta olması, dış kaynak girişini kısıtlayacak. Kısaca eskisinden de daha dikkatli olmamız gerekecek. Ama beni asıl kaygılandıran, daha önce olduğu gibi şimdi de dikkati sadece Merkez Bankası'ndan yani para otoritesinden bekleme, gerisini şansa bırakma alışkanlığımız. Ekonominin diğer aktörleri, her şeyi kendilerinin sorumlu olmadığı makroekonomik politikalara ve dış konjonktür şansına bırakınca daha rahat hissediyorlar belki de, ama bunun ülkenin rahatlamasına yardımcı olmayacağı açık.

Yanlış hedef ile strateji kurulmaz

Neyse ki para otoritesi temkinli duruşunu büyük ölçüde sürdürüyor; son olarak temel odağının asıl misyonu olan enflasyon kontrolü olduğunu açıklayarak bunu pekiştirdi. Ancak tekrar olsa da not etmeliyiz, bizim durumumuz sadece makroekonomik riskleri minimize ederek güven sağlayacak kadar sağlıklı değil. Bilgi ve iletişim teknolojilerindeki devrimsel gelişmenin eskiye oranla inanılmaz biçimde hızlandırdığı küreselleşme, kalkınma sürecini başarı hikayesine dönüştürecek ve diğerlerinden ayrışacak ülkelerin demode paradigmaları terk edip rekabetçilik, teknoloji ve yüksek katma değere odaklanan ve iç dinamiklerini stratejik olarak bu çerçevede kurguladıkları yapısal( ya da bazılarının daha çok sevdiği terimle mikro) politikalar ile biçimlendirebilenler olduğunu açıkça ortaya koydu. Japonya ve Kore gibi gelişmiş ülkelerde de, Çin ve Malezya gibi yükselen ülkelerin de somut örneklerini sergilediği bu şablonu biz de biliyoruz ama iş uygulamaya geldiğinde belli ki kararlılığımızda ve kolektif irademizde bir sorun var. Ya da kamu ve özel kesim olarak ortaklaşa strateji belirleme becerisi ya da niyeti eksik olmalı.

Nitekim bunun basit bir örneğini yeni yaşadık. Birkaç yıldır en önemli stratejik hedef olarak belirlenen, kimsenin de itiraz etmediği yanlış bir 2023 hedefimiz vardı biliyorsunuz: Dünya'nın ilk 10 ekonomi arasına girmek. Okuyanlar hatırlar, biz defalarca bunun kategorik olarak yanlış bir hedef olduğunu, GSMH büyüklüğünün kendi başına bir başarı göstergesi sayılamayacağını ve daha çok nüfus ile bağlantılı bulunduğunu, bu anlamda büyük olmanın zengin ve müreffeh olmak anlamına gelmediğini vurgulamıştık. Kaldı ki dünya genelinde düşündüğümüzde Çin, Hindistan, Brezilya ve Rusya gibi büyük nüfuslu ülkeleri geçmesi mümkün değil. Zengin ama az nüfuslu bazı ülkeleri geçerek ilk 10'a yaklaşması ise, daha hızlı nüfus artışına ve pek de kolay görünmeyen istikrarlı ve makul büyüme hızına sahip olması kaydıyla, ancak 2050 civarında mümkün olacak. Ama önemli olan bu değil, fert başına gelir sıralamasında nereye geleceğimiz. Asıl fert başına gelir açısından ilk 10 olmasa bile ilk 20 ya da 25 arasına girme hedefini koymak anlamlı olacaktı. Geçenlerde belli oldu, ilk 10 hedefi konduğunda 16’ncı büyük ekonomi iken 2014 sonu itibariyle 19’unculuğa geriliyoruz. Geçen yılki sıramıza yani 17'nciliğe de ancak 2019'da dönebileceğimiz öngörülüyor. Ancak ne 16'ncılığın,ne de 19'unculuğun fazla anlamı yok.

Zaten nüfus büyüklüğü itibariyle Türkiye otuz yıldır 20 büyük ekonomi arasında yer alıyor. Demek istediğimiz o ki, daha nihai hedefi belirlerken stratejik bir yanlışa düşüyorsak, stratejiyi çok da ciddiye almıyoruz gibi geliyor.

Güven algısı ve gerçekçi tutum

Kaldı ki hızlanan değişim, sadece ekonomik konjonktürde değil hemen her alanda volatil bir dünya yaratıyor ve riskleri büyütüyor. Eskiden çok daha uzun süreli olan avantajlar, artık çok daha kısa zaman içinde tepetaklak olabiliyor. Yapısal dinamiklerini köklü şekilde değiştirinceye kadar dış kaynak girişine hayati düzeyde bağımlı olan Türkiye'nin, küresel sermayeye güven verme zorunluluğunu şansa bırakma lüksü yok. Bu anlamda hem öngörülebilir ve istikrarlı, hem de de dinamik ve büyüyen bir modern piyasa ekonomisi algısı oluşturulması pozitif yönde ayrışmamız için şart. Yani makroekonomik riskleri yönetmenin ötesinde bir performans gerekiyor.

Oysa son zamanlarda yabancı medyadaki Türkiye imajının (ki küresel yatırımcıların karar sürecini de etkileyebilecek bir algıyı yansıtır) birkaç yıl öncekine oranla hissedilir ölçüde kötüleştiğini görmekteyiz. Bölgenin demokrasisi ve serbest piyasa ekonomisi ile örnek ve lider ülkesi niteliğini yitirirsek işimizin çok daha zorlaşacağını unutmamalıyız.

Kaldı ki yaklaşımımızı değiştirir ve kararlı davranırsak durumu lehimize çevirebilecek avantajlar yakalama şansımız sürüyor. Çünkü ivmesi artan değişim ve küreselleşme, dikkati ve stratejik odaklanması yeterli olanlar için her an yeni fırsatlar yaratıyor. Bizim de uzunca sayılabilecek piyasa ekonomisi deneyimimiz sonunda oldukça çeşitlenmiş sanayimiz ve ölçek sorununu tam aşamamış olsa da ciddi bir sermaye birikimine ulaşmış şirketlerimiz var. Bazen bir zaaf olarak gördüğümüz şirket hisselerindeki aile hakimiyeti de, batı ülkelerindeki araştırmalardan biliyoruz, sahiplik duygusunun sağladığı doğal avantajlarına kozmetik unvan dağıtımını aşıp yönetim yetkinliklerini ve teknik altyapılarını geliştirerek kurumsallaşma kaldıracını eklerlerse yaygın mülkiyete dayanan küresel devlerden daha yüksek karlılık ve verimlilik düzeylerine yol açabilir.

Yıllardır süren kısır KOBİ edebiyatını bırakıp hepsi de aile hakimiyetinde olan bütün şirketlerimize bir an önce KOBİ'likten kurtulmalarını da içeren bir yol haritası hazırlanması, böylece dünya piyasalarına yayılma cesareti gösteren şirket sayımızın yaklaşık 20 den kısa vadede 50'ye,orta vadede 100'e çıkarılması muhtemelen hem daha anlamlı, hem de gerçekçi bir hedef olacaktır. Böyle bir gelişme yıllardır özleyip durduğumuz tersine beyin göçünü başlatmak için de çok daha ayakları yere basan bir başarı olmaz mı?
 

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Seçim biter, kriz bitmez 02 Temmuz 2019
Yolun sonuna geliyoruz 11 Haziran 2019