Zayıf toplumsal dinamikler ve seçimler

Adnan NAS
Adnan NAS ASLINA BAKARSANIZ adnan.nas@stfa.com

Sürekli seçim ortamında yaşamanın hele bizim gibi her şeyi devlete endeksleyen kültürlerde en sevmediğim yanı, zaten pek gelişmiş ve olgunlaşmış olmayan mikro düzeydeki yaratıcı girişimlerin ve sorumlulukların tümüyle bir yana bırakılması, başta bürokrasi olmak üzere herkesin haklı bulunacağından kuşku duymadığı uykulu bir bekleyiş içine girmesi. Oysa kurumsal altyapının oturmuş, sistemin güçlü bir sivil topluma dayandığı katılımcı demokrasilerde hayat siyasal seçimlerden ibaret değildir; seçimler birdenbire mucizevi çözümler getirecek sihirli süreçler değil, tersine toplumun gelişkin dinamikleri içinde alabildiğine irdelenmiş, farklı yaklaşım ve alternatifl erin sergilenmiş olduğu konularda genel seçmen tercihleri ve pozisyonlarının netleştirilmesi için başvurulan bir mekanizmadır. Karmaşık toplumsal ve ekonomik hayat içinde alınması gereken sayısız kararın ve dolayısıyla mikro seçimlerin askıya alınmasını gerektirmez, aksine ortak geleceğin inşası için toplumun politikacılara yön ve yol gösterme fırsatı olarak algılanır. 

Sorumluluk yalnız politikacılarda mı? 
Doğrusu bizim, en azından sözde hedef olarak benimsediğimiz “çağdaş uygarlık düzeyi”ni temsil eden ülkelerle farklarımız hâlâ öyle çok ki tabii bu konuda da farklı olacağız denilebilir. Ama kabul edelim ki böyle düşünmekle politikacılara, toplumun dinamiklerinin yetersiz kaldığı pek çok konuda, kapasitelerini çok aşan insanüstü bir rol yüklemiş oluyoruz. Bu da belli konularda kendilerinden önceki meslekdaşlarına oranla sağladıkları göreli başarılar olsa da sonunda ülkeyi ve toplumu ulaştırabilecekleri yer açısından hayal kırıklığı yaratmalarını, hatta daha ilginci, bu durumdan tek başına sorumlu olmadıkları halde, topluma dağılmış katılımcı bir yönetişim olmadığı için, tek sorumlu sayılmalarını kaçınılmaz kılıyor. 

Gerçekten de bu durumun toplumsal kültürün doğal bir sonucu olduğunu düşünüyorum. 

Eğri oturup doğru konuşalım, bizde ne vatandaş kentini ve mahallesini, ne özel sektör çalışanı şirketini, ne sporcu takım performansını, ne üniversite bilim üretmeyi, ne sanatçı evrensel standartlara ulaşmayı, ne de işadamları katma değerli ürüne odaklanmayı düşünürler diyebilir miyiz? Bireyler ve firmalar düzeyinde de performans sorumluluğunda isteksiz, ama destek ve avantaj talebinde açgözlü oluşumuz, hesap verme mekanizmalarının da hemen hiç işlemeyişi inkar edilebilir mi? Politikacılardan beklentimiz de acaba bütün bu zaafl arı içeren kapsamlı bir dönüşüm mü, yoksa bizlerden bir şey istemeden refahımızı arttıracak sihirli yollar bulması mı? Bu soruların samimi cevaplarını vermeden ne seçimlerden, ne de seçim sonralarından fazla umutlanmamız hiç de gerçekçi olmaz. 

Aksak kapitalizm 
İşin aslı,Türkiye’nin yüzyılı aşkın bir süredir canlılığını koruyan ve bir türlü mutlu sona ulaşamayan dönüşüm macerasının defalarca olduğu gibi yine bir yapısal baraja çarpmış olduğudur. Zayıf iç dinamiklerin küreselleşmiş dünyada ülkeyi dış dinamikler karşısında korunaksız kılması ve edilgen ya da uydu politikalar izleyen sıradan bir oyuncu pozisyonuna düşürmesi demek olan bu durum, sosyolojik açıdan bakıldığında, bu dinamikleri geliştirmeye yani dönüşüm sürecini sahiplenmeye istekli olanların, statükonun devamından yarar umanlara kıyasla orantısız bir ölçüde küçük kaldıklarını gösterir. Bu arada unutmadan not etmek gerekir ki sadece yoksullara yardım etmek, dönüşümden yana olmak anlamına gelmez. Önemli olan nitelikli insan kaynağını, dolayısıyla orta sınıfı, bilim üretimini, uzun vadeli hedefl ere odaklı ortak çalışma kültürünü ve yaratıcı / yenilikçi girişimciliği güçlendirmektir. 

Bu bağlamda ele alındığında, Yerasimos’un daha 40 kadar yıl önce koyduğu teşhisin de büyük ölçüde geçerliğini koruduğu anlaşılıyor. Osmanlı’nın ilk dönemlerinden itibaren bir milli burjuvazi oluşumunun objektif şartlarının önünü tıkayan, feodalitenin de sermaye birikimi yaratacak bir olgunluğa erişmesini bütün iktidarı merkezdeki yönetici ve bürokrat elitte toplayarak önleyen, küçük üreticilik ve çiftçilik yapan halkı eğitimsiz ve baskı altında bırakan, sanayi devriminin dışında kalan ve Avrupa ile bağını nitelikli azınlıkların aracılığıyla yürütülen pazar ilişkisiyle kurabilen Türkiye, Cumhuriyet’ten sonra da zorlukla geliştirebildiği yerli burjuvazisine ancak bu aracılık işlevini devredebilmiş, bilgi ve teknoloji üreten bir insan kaynağı ve girişimci sınıfı oluşturamamıştır. Yani geçmişte feodalitesi olduğu gibi, şimdi de kapitalist sistemi, baskıcı ve verimsiz merkeziyetçilik eğliminin gölgesinde güdük kalmıştır. 

Bugün şikayet ettiğimiz, inşaatçılığa, tüketime ve dış borçlanmaya dayalı sürdürülemez bir büyüme modeline saplanıp kalmamızı, biraz da iç dinamikleri gelişmemiş bir toplumun “rant dağıtan devlet baba” alışkanlığında ve siyasal iktidarların bu beklentiye cevap verirken reformcu kimliklerini yitirmelerinde aramak gerekir. Bu arada imalat sanayiinin milli gelir içindeki payının ve eğitim kalitesinin düşüşünü de. Ardarda seçim yapıp dururken bu tarihsel trendde bir değişiklik bekliyor muyuz?

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Seçim biter, kriz bitmez 02 Temmuz 2019
Yolun sonuna geliyoruz 11 Haziran 2019