Ay gibi yapayalnız: Frankenstein
Çolpan İlhan-Sadri Alışık Tiyatrosu’nun prömiyerini hafta sonu yaptığı oyun, farklılığa tahammül edemeyen insanların yaratığı bir canavarın öyküsü. “Frankenstein”, her cumartesi Zorlu Center PSM Drama Sahnesi’nde.
Mary Shelley, 1818’de, henüz 21 yaşındayken “Frankenstein”ı yayınladığında, bir gün yönetmenlerin eserini filme uyarlamak için yarışacaklarını ve hatta “yaratığının” tiyatro sahnesinde o tuhaf endamını arz edeceğini ummuş muydu acaba? Sanmam. Yazarının farklı olanın ebedi yalnızlığı üzerine kurduğu romanının, korku edebiyatının başköşesine oturacağını öngördüğünü de sanmam. Ama bugün olan bu. Öyle ki geçen hafta sonu, hem sinemada, hem de tiyatroda sanatsevere “merhaba” dedi eseri bir kez daha... Hem de büyük bir ilgiyle. Sinema versiyonu şöyle bir dursun, ben, Çolpan İlhan- Sadri Alışık Tiyatrosu’nun 20. yıl oyunlarından biri olarak perde açan “Frankenstein”dan bahsedeceğim size bugün.
Duymuşsunuzdur, İngilizlerin en önemli sahne topluluklarından National Theatre’ın “Frankenstein”ı birkaç sezondur ciddi gürültü kopardı Londra’da. “Slumdog Millionaire” in yönetmeni Danny Boyle’un son “Sherlock Holmes” Benedict Cumberbatch ve Jonny Le Miller’la sahneye koyduğu yapıt, görsel olarak da çok beğenildi. Aynı uyarlamayı, yani Nick Dear’ın imzası taşıyanı, Selen Korad Birkiye çevirisiyle Çolpan İlhan- Sadri Alışık Tiyatrosu koyuyor şimdi. Ve prömiyer gecesindeki ilgiye bakılırsa bu yıl pek çok seyircinin görmek için sıraya gireceği bir yorum olacak bu.
Genç ve alabildiğine kibirli bir bilimadamı olan Victor Frankenstein’ın bir “yaratık” vücuda getirmesi ve sonra onu korkup terk etmesiyle başlayan, bir ucubeye benzediği için herkeste nefret uyandıran; yanlarına yaklaştığı insanlardan sürekli kötülük gören; sonunda karşısına çıkan kör bir yaşlı adamdan konuşmayı; okumayı öğrenen ama onun ailesinin fark etmesiyle yine “sürülen” yapayalnız bir varlığın öyküsü bu. Adı bile olmayan “yaratık” tıpkı bir yerde dediği gibi ay kadar yalnız. Bu yalnızlığın ve sürekli gördüğü şiddetin etkisiyle sonunda bir canavara dönüşmesi ve öfk esinin odağında yaratıcısı bilimadamının olması da şaşırtıcı değil elbette. Çolpan İlhan-Sadri Alışık Tiyatrosu, Şakir Gürzumar rejisiyle, öykünün hem gotik hem de felsefi yönüne selam duran bir iş çıkarmış ortaya. Görsellik de ihmal edilmemiş, adeta bir oyuncu gibi onun üzerine de özellikle eğilinmiş... Yakup Çartık’ın atmosfer yaratmakta usta ışıkları, Cenk Taşkan’ın filmleri aratmayan efektleri ve ezgileriyle birleşip ekibin işini çok kolaylaştırmış. Daha ilk sahnede önce geriliyor, ardından merak ediyorsunuz. Dekor ve kostümler Şirin Dağtekin Yenen’in. Sanatçı, platformlu ve dişli çarklarla süslü sahneyi değişen birkaç objeyle Londra’da bir laboratuardan Cenevre’de bir göl kıyısına dönüştürüyor. Arkadaki beyazperdeye yansıyan görüntülere de çok iş düşüyor dolayısıyla. Dekor işini görmüş kısaca, kostümlerse ehveni şer, dönemin ruhunu da taşıyor, yer yer fantastik de. Fakat, özellikle düğün gecesi sahnesinde Frankenstein’ın gelininin bugüne ait topuklu bir ayakkabıyla sahnede olması adetâ göz tırmalıyor. Bence yalınayak bile oynanabilir o sahne...
Neticeye gelirsek, bizim sahnelerimizde sık izleyebildiğimiz prodüksiyonlardan biri değil “Frankenstein.” İlgiyle izleniyor. Cesur ve yenilikçi. Öneririm.
Kerem Alışık’tan yaratık olur mu?
Ülkemizde ilk kez sahnelenen “Frankenstein”da kibirli bilimadamı Victor Frankenstein’ı Cansel Elçin, yaratığı ucubeyiyse Kerem Alışık oynuyor. Alışık, özde masum bir varlıkken karşılaştığı şiddetin ve insanlardan öğrendiklerinin dizginlenemez bir canavara dönüştürdüğü yaratığı, özündeki masumiyeti her dem vurgulayarak oynuyor. İlk kez kar gördüğündeki sevinci, Elizabeth’ten gördüğü yakınlığa karşı bir hayvan gibi yumuşaması, ama hemen arkasından içinde uyanan -insanlardan öğrendiği- intikam, bir aktör için geçişi pek de kolay olmayan iki duygu. Kerem Alışık, hem buna, hem de Neriman Eröz’ün yaklaşık 3 saatte yaptığı ürkünç plastik makyajına rağmen karakterine zaman zaman sempati duymamızı sağlayabiliyor. Alpaslan Karaduman’ın hareket tasarımının da bunda katkısı büyük. Cansel Elçin, “sevmeyi bilmeyen”, kibirli ve kendinden başkasını önemsemeyen genç bir bilimadamı. Özellikle nişanlısıyla olan sahnelerde seyirciye bu duyguyu başarıyla geçiriyor. Deniz Uğur, bilimadamının nişanlısı Elizabeth de bir masumiyet ve sevgi timsali. Mary Shelley’nin ağzından dönemin kadınlarını nasıl gördüğünü dile getiriyor. Onun sahneleri insaniyet katıyor oyuna, fakat oldukça az sahnesi var. Ayrıca; Yılmaz Gruda’yı canavara yakınlık gösteren tek kişi olan kör ihtiyar da izlemek, seyirci için çok güzel bir sürpriz...