Her şey fikri mülkiyete saygıyı artırmak için

Faruk Şüyün'ün bu haftaki konuğu Mü-Yap Başkanı Bülent Forta

YAYINLAMA
GÜNCELLEME

 

 

Mü-Yap (Bağlantılı Hak Sahibi Fonogram Yapımcıları Meslek Birliği) Türkiye müzik endüstrisinin yüzde 80'lik bir kısmını; yabancı repertuarın tamamını temsil eden 72 tüzel kişilik sahibi şirketin üyesi bulunduğu bir kuruluş. Mü-Yap, müzik yapımcısı üyelerinin verdiği yetki belgeleri ile, Türkiye ve dünyanın her yerinden yerli ve yabancı repertuarlara ait albümlerin en büyük bölümünün haklarını koruyor. Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’nun 80. maddesi gereğince üyelerine ait hakların kullanımına, bu yetki belgelerinin kapsamı içinde izin verme yetkisine sahip tek kuruluş. Mü-Yap Başkanı Bülent Forta, bu “haftanın konuğu”. Kendisiyle, fikri mülkiyet hakları, yaşanılan ekonomik kriz, müzik sektörünün geleceği üzerine konuşacağız. Konumuz müzik olacak, ama aynı sorunların yaşandığı yayıncılık ve sinema sektörleri için de “müzik” sözcüğünün yerine bunların ismini koyarak söyleşiyi okumak mümkün. Sohbetimize, Türkiye’deki fikri mülkiyet haklarının durumundan ve bunları korumak için Mü-Yap’ın geleceğe yönelik projelerinden söz ederek başlıyoruz.

“Mü-Yap olarak dünyanın bugün üzerinde yükseldiği önemli kalemlerden birinin Türkiye’de öncülüğünü yapmaya çalışıyoruz: Fikri mülkiyet hakları. Bu, aslında kafa emeğiyle para kazanan herkesi ilgilendiren bir konu. Maalesef biz, yaratıcı emeğin bir mülkiyet oluşturduğu konusunda yeterince bilinçli bir ülke değiliz. Bizim için somut mülkiyet, örneğin bir araba, bir ev bizim için daha önemli. Herkes bunun bilincine varmış vaziyette...

Türkiye, fikir ifade etmenin yasaklandığı, fikrin para etmediği bir ülke. Dolayısıyla biz de fikrin para etmesi için bir şeyler yapmaya çalışıyoruz. Müzik ve müzik eseri yaratıcılığı üzerinden hakları korumaya çalışan, dolayısıyla da fikri mülkiyetin bu mânâda maddi bir karşılığı olmasına çalışan bir organizasyonuz.

Gelecek vizyonu

Gelecek vizyonumuza gelince, aslında çok meşhur bir laf vardır; ‘gelişmiş ülkeler gelişmemiş ülkelere ayna tutarlar’ diye. Bu konunun 19. yüzyıl başlarında itibaren bir gelişmesi var dünyada ve bizim önümüzde çok önemli örnekler bulunuyor. Almanya’daki bizim muadilimiz olan örgütün müzik mülkiyeti için yıllık olarak topladığı para yaklaşık 1 milyar Euro civarında. Biz, işin çok daha başındayız. Türkiye’de insanlar, müziği istedikleri gibi kullanabileceklerini - kişisel kullanımları hariç tutuyorum, çünkü herhangi bir ücrete tabii değildir - düşünüyorlar. Kamusal alanlarda, radyo, televizyon, barlarda kullanımların bir bedel gerektirdiğini yavaş yavaş öğrenmeye başladılar. Bugün insanlar bir bara gittikleri zaman içki için bir giriş parası ödüyorlar, ama fikren yaratılmış ve aslında oranın ayrılmaz bir parçası olan bir şeyle ilgili herhangi bir ödeme yapmanın anlamını kavramış değiller...

Bizim gelecekle alâkalı 2-3 ayaklı bir tasavvurumuz var ve bunu uygulamaya çalışıyoruz. Bunlardan ilki fikri mülkiyet düşüncesinin hukuksal ve sosyal çerçevede oturması için yaptığımız çalışmalar. Üniversitelerde fikri mülkiyet enstitüleri, araştırma merkezleri oluşturuyoruz. Dolayısıyla oradaki doktora tezlerinin desteklenmesinden tutun da bu alanda bir birikimin sağlanması için ciddi çalışmalar yapıyoruz.

İkinci temel konumuz; Türkiye belleği olan bir ülke değil. Daha 70’lerin bile kayıtlarının bulunamadığı bir ülke burası... Bu anlamda bir dijital arşiv çalışmamız var. Bu, her gün eklenen şarkılarla çok gelişkin bir noktaya geliyor.

Üçüncüsü de, bunu ister kabul edin ister etmeyin, ama kültür endüstrisi diye bir kavram var ve esas olarak profesyonel kavramlarla ve sermaye birikimiyle olabiliyor. Türkiye’de bugüne kadar müzik yapımcılığı, kitap yapımcılığı, genellikle sermaye birikiminin olmadığı alanlar. Dolayısıyla siz ne dünyayla bir rekabete girebiliyorsunuz, ne de kendi kültürünüzü tanıtma imkânlarınız olabiliyor. Üçüncü ayakta müziği bir endüstri haline getirmeye çalışıyoruz. Çünkü bütün bu fikri yaratımın arkasında bir endüstriyel bir birikim olmazsa - bugünkü koşullar ve bugünkü düzen için konuşuyorum - ne siz ürünlerinizi dünyaya iletebiliyorsunuz ne de bu ürünlerin yaratıcıları maddi bir tatmin yaşıyorlar.

Türkiye’yi az buçuk biliyorsanız, ki biliyorsunuzdur; ekonomik durumları kötü yazarları, sürünen müzisyenleri var... Aynı şey sinema için de geçerli...”

Şöyle özetleyebiliriz sanırım; ilkin Türkiye’de müziğin kullanıldığı her yerde lisanslama faaliyetini sürdürmek ve müzik endüstrisinin oluşması için buradaki hakların eser sahiplerine, plak şirketlerine, onları yorumlayan insanlara adaletli bir şekilde dağıtılması; ikincisi, bunun teorik temellerinin oturması için uzun soluklu bir çalışma yapılması; üçüncüsü, de sektörü dünya ile rekabet edebilecek ve bizi kültürün evrensel boyutlarına taşıyabilecek bir endüstri haline getirmek.

“Mü-Yap’ın 9 yıllık bir geçmişi var, bu kısa geçmiş içerisinde Türkiye’de fikri mülkiyet fikrinin oturması ve kökleşmesi noktasında öncü bir rol üstelendiğimizi düşünüyorum. Kitap piyasası ve sinema da biraz bizim koymuş olduğumuz modeli hayata geçirmeye çalışıyor. Biz, onlarla da işbirliği içinde fikrin saygı gördüğü, para kazandığı ve yaratıcı emek sahiplerinin de hayat standartlarının yükseldiği bir kavganın içerisindeyiz. Gelecek ile ilgili tasavvurlarımız bu üç ayak üzerinde yükseliyor.”

Siz bu güzel tasavvurlar içerisindeyken, kriz patladı...

“Kriz, tabii ki çok büyük yaralar açtı. İlk çeyrek rakamlar açıklandı biliyorsunuz yüzde 13.9’luk bir gerileme var Türkiye ekonomisinde. Türk insanın da böyle durumlarda ilk vazgeçtiği şey kültür ürünleri. Dolayısıyla bu kadar yüksek işsizlik oranları, özellikle kültürel ürün tüketicisi olan beyaz yakalıların, çalıştığı sektörlerin çöküşüyle işten çıkarılmaları doğrudan bizim sektörlerimizi etkiliyor. Öte yandan, 2004 yılından beri o kadar hızlı bir iniş oldu ki, özellikle internet iletişiminin gelişmesiyle sektör, nefes alamaz hale geldi. Bu sene de ciddi gerilemeler içerisinde... Size şöyle söyleyeyim; 2004 yılında henüz internet, ADSL aşamasına geçmeden önce müzik sektörünün yasal satışları 42 milyon adet civarındaydı. Çok ciddi korsanın olduğu bir dönemdi. Aradan 5 yıl geçti, bu sene ilk 5 ayın rakamları 5 milyon civarında... Yani bu seneyi biz, 10 milyonla kapatabilirsek ciddi bir sevinç yaşayacağız. İnternet ve korsan kullanımlar, kopyalama tekniklerinin kolaylaşması sektörleri bitiriyor. 70 milyonluk bir ülkede tirajların yaklaşık 140-150 milyonlar civarında olması beklenirken yıl sonuna kadar 10 milyon!.. Düşününüz, kişi başına albüm tüketimi açısından nasıl korkunç bir rakam!.. Dünyada da müzik pazarı format değiştiriyor; dijital ile fiziki satışlar arasındaki ilişkide dijital yükselirken fiziki düşüyor, ama bizdeki muazzam boyutlarda.”

Kimileri de CD fiyatları çok yüksek gibi eleştiriler getiriyorlar...

“Türkiye, dünyanın en ucuz CD satılan ülkesi. Avrupa’da, Afrika’nın bilmem ne köyündeki bir müzisyenin CD’si 15 Euro civarındayken, Türkiye’nin en popüler sanatçısının o marketteki karşılığı 7-7.5 Euro. Tabii bu, insanların kültürel ihtiyacı ile paralel bir şey. Bugün, Beyoğlu’nda bir cafede bir kahve 6 TL’dir, bir CD’nin toptan satış fiyatı da yaklaşık o civarda. Ruhu doyuracak kalıcı bir şeyin günlük kahve ile hemen hemen eşit olmasına rağmen hâlâ çok pahalı olduğuna dair fikirler!?.

Müzik, zaten yaratım süreci itibariyle pahalı bir ürün. Telifleri var, aranjörleri var... Bunların dışında, bilinmeyenler de var, örneğin 10 TL’ye satılan CD’nin yaklaşık 4 TL’si devlete vergi olarak gidiyor. Yüzde 18 civarında KDV, gelir vergileri... Devlet, müzik ürününde fikrin yaratıcısından daha fazla pay alıyor. Yani bu pahalılığın mesulü biz değiliz. Dünyanın her yerinde kültür ürünleri desteklenirken bizde ekstra vergi yükleriyle normal bir ticari işletme gibi görülüyor kültür üretimi...”

En büyük dertlerin başında korsan geliyor. Yani fikri mülkiyet hırsızlığı. Bizde ne yazık ki mubah görülüyor bu durum.

“Dünyada müzik sektörü kadar ürünü çalınan - hırsızlık mânâsında - ikinci bir sektör yoktur herhalde. Siz şimdi gidin Mercedes’in çıkan her 10 ürününden 9’unu çalın, o fabrikanın yaşaması şansı yoktur. Biz, biraz mucizevi şekilde ayakta kalıyoruz. Bu da ister istemez fiyatlara yansıyor. Bir CD 500 bin adet tüketiliyor ve bunun 50 bin adedi yasal olarak dönüyor, 450 bini korsan üretimse herkes maliyet hesabını maksimum 50 bin adet satarız üzerinden kurduğu için, bu da fiyatlara yansıyor.

Özel bir koruma olmalı

Ben, fikri üretim sektörünün, özel bir korumaya tâbi olmasının gerekli olduğunu düşünüyorum. Çünkü, yaratıcı endüstriler ciddi bir internet tehdidi altındalar. Tüketicinin bu kültür ürünlerine çok ucuz bir şekilde ulaşmak istemesi anlaşılır bir şey. Ama ona bunu ulaştırmanın yolu, sermaye yatıran adamın elinden ürünlerini hırsızlıkla almakla değil, başka sosyal mekanizmalarla kurulmak zorunda. ‘Çok pahalı, o yüzden kopyaladım’ diye düşünüyoruz. Bu, fikren oturmuş bir şey aslında. Oysa Türkiye’de bir sürü şey daha pahalı. Almanya’da 40 bin Euro olan bir arabayı burada 80 bin Euro’ya alıyorsunuz, ama kimse bu nedenle, araba çalma gereği duymuyor.

Ama bizde genellikle fikri emeğe saygı yoktur. Gideriz bir avukata fikir danışırız, adam bizden para ister, ‘Ne olacak iki laf etti’ deriz ya da bir doktora, aynı şey... Onun arkasındaki bilgiyi edinmek için yatırılmış sermaye bizim gözümüzün önüne hiç gelmez. Bir yerde bir beyaz eşya dükkânınız olduğu düşünün, hiçbir arkadaşınız gelip size ‘Bana şuradan iki buzdolabı ver’ demez, ama bir yayınevi sahibiyseniz, bir konser organize ediyorsanız, bir müzik şirketi sahibiyseniz söylerler. Bu durum, aslında genel olarak fikri ürünlere ve kültür sanat ürünlerine toplum olarak yaklaşımımızı gösteriyor. Öyle olduğu müddetçe de üreticiler küçük işletmeler olarak kalmak durumunda, Türkiye’de kültür harcamaları da sürekli bedava edinilmeye çalışılan şeyler olmak zorunda... Bunun çok derin tahribatları var. Biraz önce de söyledim; Türkiye aç kalmış müzisyenler, çok değerli yazarlar ülkesi. Bu durumu biraz değiştirmeye çalışıyoruz. Fikri ürünlerin en değerli ürün olduğunu ortaya koymak zorundayız belki de. Bizde bu kavramlar genellikle sosyal faaliyet olarak görülüp ekonomik karşılığı olmayan işler olarak düşünüldüğü için de ne çok büyük çaplı yayınevlerimiz, ne de müzik şirketlerimiz var. Müzikte durum çok daha acı. Türkiye’nin en büyük müzik şirketinin yıllık cirosu, Beyoğlu’ndaki bir dönercinin cirosu kadar. Bu, hakikaten bu ülke için utanç verici bir şey diye düşünüyorum.”

Birkaç fütürist yorum

Dijital ortamlara geçilmesiyle birlikte, bildiğimiz anlamdaki müziğin, sinemanın, yayıncılığın geleceği ne olacak sorusu gündeme geldi ve bu yönde fütüristik çalışmalar, projeksiyonlar yapılmaya başladı... Bülent Forta nasıl düşünüyor?

“Şöyle söyleyeyim, müzik sektörü konusunda fütüristik çalışmalar var. Bunları kitaba da, sinemaya da uygulayabilirsiniz. Bugüne kadar müzik sektörü çeşitli krizler yaşadı taşıyıcının formatındaki değişikliklere bağlı olarak. Taş plaklardan 45’liklere geçildi, 45’liklerden 33’lüklere, sonra kasede, sonra CD’ye...Ve bütün bu geçişlerde krizler yaşandı. Ama aynı kaydı değişik formatlarda satabildiği için krizler kısa sürdü. Ben, kendi hayatımdan da biliyorum; Beatles’ın bir uzunçalarını almışım, arkasından aynısının kasedini, arkasından CD’sini... Dolayısıyla aynı ürüne üç kere para vermişim. Bütün bu geçişlerde problem olsa bile ana sermayenizin ötesinde bunlar ürediği için müzik sektörü, krizi aşmış.

Bunu aşarken de temel bir mantalitesi var bu işin; bir müzik çalarınız var, bir de fiziki müzik taşıyıcınız. Taşıyıcınıza para veriyorsunuz. Bu, bir plak, bir kaset, bir CD olabilir. Müzik çalarınıza koyuyorsunuz, dinliyorsunuz. Yani müzik çalan aletle müzik dinleyeceğiniz aletler farklı. Müzik endüstrisi de CD’yi satıyor ve o fiziki satıştan para kazanıyor. Şimdi burada paradigmatik bir değişiklik var. Taşıyıcı ile müziği dinlediğiniz alet aynılaşıyor. Artık yanınızda CD’ler taşımanıza gerek yok. Bir MP3 çaların içine dolduruyor, oradan dinliyorsunuz. Böylelikle müzik sektörünün en temel gelir parametrelerinden biri ortadan kalkınca sektör, nereden gelir elde edeceğini şaşırmaya başladı. Eskiden kolaydı; ister CD, ister kaset, onu satarak gelir oluşturuluyordu. Bunun getirdiği handikaplar da vardı tabii; Amerika’da oturuyorsanız, Zeki Müren plağı için, Türkiye’yi arayacaktınız, buradan biri onu gemiye yükleyecek, sizin oturduğunuz mahalleye taşınacak, siz gidip alacaktınız. Ağır işleyen bir dağıtım ağıydı bu. Şimdi, dünyanın bütün müzikleri 1 saniyede evinizde. Müşteri portföyünüz çok genişlemiş vaziyette. Bu durum ise bir avantaj. Yani bütün dünya pazarınız haline gelmiş vaziyette ve eskisinden çok daha fazla müzik dinleniyor bugün, ama daha az gelir elde ediliyor.

Dolayısıyla bunun üzerine teoriler yapılıyor; bir kısmı diyor ki müzik hava gibi olacak, soluduğumuz andan itibaren bir para verme gereği olmayacak. Bu, bana çok sağlam bir teori gibi gelmiyor. Çünkü, ekonomisi olmayan hiçbir şeyin sürme ihtimali yok. Müzik, hava gibi olacaksa sanat olmaktan çıkacak, herkes üretip ve tüketecektir. Bana pek akla yakın gelmiyor.

Öbür teoriye daha yakın hissediyorum kendimi. Onda, müzik su gibi olacak diye ifade ediliyor. Bugün belediye size su hizmeti veriyor, belli bir fatura ödüyorsunuz ve suyu istediğiniz kadar kullanıyorsunuz, ama onun dışında bir de şişe suyu diye bir şey var. Steril, daha temiz. İçmek için onu kullanıyorsunuz. Müzik sektörünün geleceği de bence böyle olacak. Evlere kadar uzanan bir abonelik sistemiyle, örneğin ayda 5 TL’ye bütün müziği tüketiyor olabileceksiniz. Şişe suyu dediğimiz de hardcover’lar; sanatçının fotoğrafları ve başka malzemelerle desteklenmiş, daha az sayıda üretilen, koleksiyonerlerin rağbet ettiği bir şey olacak. Müzik sektörü bana soracak olursanız buraya doğru gidiyor.

Bunun öncü belirtileri yok mu, bana göre var... Youtube diye bir şey var. Biz, Youtube’u da lisanslamış vaziyetteyiz. Oradaki kullanıcı para ödemiyor, ama her tıklamadan bize bir telif geliyor. Veya TTnet ile yaptığımız bir uygulama var. Siz, abonesiyseniz, parasız ulaşıyorsunuz müziğe, ama telifi TTnet bize ödüyor. Bunun demokratik de bir yol olduğunu düşünüyorum. Çünkü insanlar müziği dinliyorlar, ceplerinden para çıkmıyor ve hak sahipleri de haklarını alıyorlar. Biz, bu tür iş modellerinin Türkiye’de öncüsü vaziyetindeyiz. Şu anda üç büyük GSM şebekesiyle, Telekom hatta zaman zaman telefon markalarıyla anlaşmalarımız var. Çok ufak bir abonelik bedeli karşılığında ya da o kuruluşun subvanse ettiği bir şekilde müziğe ulaşabiliyorsunuz. Bu iş modellerinin giderek çok gelişeceği kanısındayım.

Biliyorsunuz ‘e-kitap’lar var. Biz şöyle avutuyoruz kendimizi yaşımız biraz geçtiği için; ‘Kitabı kitap gibi okumak gereklidir.’  Hiç böyle bir şey yok. Yeni gelen kuşak her şeyi ekrandan okuyor, zaten kitaptan okumaya da sinir oluyorlar. Bir nesil geçtikten sonra da bunun önünde direnmek mümkün değil, diye düşünüyorum.”