O 'müziğimizin tatlandırıcısı'
Faruk Şüyün'ün bu haftaki konuğu; Nino Varon
Nino Varon, müzik piyasasında pek çok ilke imza atmış bir isim... Popüler müziğimizin kaderini değiştiren isimlerden: "Nilüfer'in albümünü çıkardık. Onun başarısından sonra bütün artistlerin bize yönelmesi var. Sevgili Ajda, Füsun Önal, Modern Folk Üçlüsü ki Hıncal ile gelmişlerdi. Rahmetli Engin abimle bir ara beraberdik, bir ara eşi ile de çalıştık. Ve sonra artık dedik ki biz bu işi beceririz, ama sermayesiz becerilmiyormuş. Nova diye bir plak şirketi kurduk, perakendeye güç verdim, reklam müzikleri yaptım."
Türk pop tarihinin en üretken ve değerli isimlerinden birisi. Zamana yenik düşmeyen şarkıların yaratıcısı. Nilüfer, Tanju Okan, Ajda Pekkan, Modern Folk Üçlüsü, Timur Selçuk, Füsun Önal gibi yıllara meydan okuyan isimlerin çalışmalarının prodüktörlüğünü yapmış bir usta, sözyazarı, besteci ve kendi deyimiyle 'müziğimizin tatlandırıcısı' olan Nino Varon bu haftaki konuğum. Yarım asrı aşkın bir süredir müzikle uğraşan, yeni CD'si "Arka Pencere" bu ay başında piyasaya çıkan Nino Varon'a soruyorum "Neden müzik?"
"Şöyle başlayayım: Nino Varon 13 yaşında saçını kaybetti ve kendine sordu 'yahu ben ne yapsam? – Beatleslar da başlamış o zaman - uzun saç moda... Ben kel bir adam! O zamanlar, sene 1956 mı, 1957 miydi Tommy Steele'in bir filmi gelmişti Saray Sineması'na. O filmden çok etkilendim. Gerçi evde de müzik vardı. Büyükannem piyano çalardı."
1950'lerin ikinci yarısı...
"Evet, hayatta bir şey yapmam, 'Kel Nino' sıfatını değiştirmem lâzım, dedim ve gitarı uygun buldum. Her zaman söylediğim bir şey var: Bizim zamanımızda bir tane armoni gitar getirilirdi yurtdışından, hepimiz Cümbüş'ün o büyük vitrininden ona hayranlıkla bakardık."
O yıllarda enstrüman bulmak ne mümkün!
"Öyle. Bir de Downbeat Dergisi... Amerikan Neşriyat vardı Beyoğlu'nda. Oraya gidip hapşırıp öksürüp derginin içinden Fender gitarlarları sayfasını yürütürdük. Çünkü, hayalimiz ona sahip olmaktı... Ve sonradan ben, o şirketin mümessili oldum Türkiye'de. Bu gitar o 'Kel Nino' sıfatını değiştirmekle başladı.
Sonra Büyükada'da küçük küçük gitar çalışmalarını sürdürdüm. Ve o zamanlar üç paket sigara içmeyen bendeniz, çok tiz sesler çıkardığı için 'Oh Carol' söylediğimde Neil Sedaka lâkabı takıldı. Sedaka, çok uzaktan da akrabam oluyor. Çanakkaleli, Dardanel... Oralı bir babanın oğlu. Onlar 1922'de gitmişler, Amerika'ya yerleşmişler.
Bir de İzak Varon Efendi var yine Çanakkale kökenli, benim baba tarafım da Çanakkale kökenli. İzak Varon Efendi'nin akrabam olup olmadığı tam bilinmez."
Tabii o yıllarda çok revaçta olan orkestralarda çalmaya da başladınız...
"Cahit Oben, ben, Cem Karaca, tek tük Barış... Böyle amatör gruplarda gitarlar çalarak, amfiler alarak geçti o yıllar... Gitarımı vapurdan indirirken merasim falan yapılmıştı... Ama hep dertti o. Sonra Fender alalım dedik ve çok trajikomik bir şey söyleyeceğim Sivas'ta asker iken babamın beni mutlu etmek için özel olarak getirttiği gitar bugün 'Blue Book / Mavi Kitap'ta 25 bin dolar... Ben onu 800 liraya satmıştım!
Aynı Camaro otomobilim gibi... 10 bin dolara sattığım araba bugün 100 bin dolar! Çok enteresandır!..
Yani biraz acayip, tüccar olmayan, hobilerine düşkün birisi olarak yaşadım. İstediğim, sevdiğim işi yaptım. Onun için çok mutluyum."
Peki ya bugün müziğin geldiği nokta, ondan mutlu musunuz?
"Müziğe olan saygı bitti... Amerikalı bir müzik psikoloğu dedi ki: 'Müziğe ulaşmak o kadar kolaylaştı ki insanların ona olan saygısı bitti.'
iTunes'u açıyorsun, 2 bin tane istasyon var, bilgisayarında çalıyor...
Ben biraz karışık konuşurum. Şimdi, artistin değerini gösteren en iyi dönem 33'lüklerin yani longplaylerin, uzunçalarların olduğu yıllardı. Çünkü, longplay 33 santimdi ve o dönemde artist de büyüktü. Teknoloji bizi küçücük bir kasete indirgedi. Artist küçüldü, yazılar okunmaz hale geldi...
Sonrasında orta karar dediğimiz bu digital, 'perde arkasından dinlediğimiz müzik' diye bazı insanların söylediği CD'ler çıktı. O bakalitin sıcaklığı, o plağı tutmanın keyfi kalmadı. Onların kokusu da vardı. Plağı birinci ambalajından, sonra ikinci ambalajından çıkarıp pikaba koymak, pikabın iğnesine bakmak falan, bunlar birer keyifti. Şimdi artık bu yok..."
Artık o ses kalitesi de yok. Teknoloji istediği kadar ilerlesin, plaklara kayıtlı sesin kalitesini bulamıyoruz...
"Deutsche Grammophon'un 9 senfonisi, Herbert von Karajan, Beethoven... Bugün CD olarak alsan belki aynı şeyi dinliyorsun, ama kütüphanende güzel durmuyor. O plaklar evlerin gururu, kültürünün simgesiydi. Şimdi CD'ler var, küçücük şeyler...
İstanbul çocuğu...
Seçtiğin müzik, seçtiğin resim, seçtiğin saat, seçtiğin kalem senin kimliğini tespit eden öncelikli şeylerdir. Askerdeyken Sivas Orduevi'nde 2 sene geçirdim. Bu sürede orkestramız Anadolu'nun muhtelif yerlerine günübirlik ve yahut haftalık konserlere gidiyordu. Toplumumu daha iyi öğrendim.
Ben İstanbul çocuğuyum, Taksim çocuğuyum... Musevi, ama değişik bir Musevi. Büyükbabam devlette görevlerde bulunmuş..."
Şimdi büyükbabanıza geçiyoruz sanırım, bir parantez...
"Evet, küçük bir parantez. Büyükbabam 1911'de Trablusgarp'da Atatürk ile berabermiş. Çünkü, Posta Telefon Müdürü. İlişkilerini bilmem. Babam İskenderun'da, amcam Amasra'da doğmuş. O vakit gayrimüslimlere devlette ciddi görevler veriliyormuş. Büyükbabamın madalyaları vardır. 1908 ya da 1911, işte o senelerde... Zonguldak'ta müdürken Rus donanması bombalamış. Bu bombalama sırasında herkes kaçarken büyükbabam, telgrafın başına geçip durumu İstanbul'a haber geçen adam.
Tabii bu kültür, bu bıyıklar, bu madalyalı resimler falan biz de o kimliği devam ettirdik. Standart esnaf, faizci veyahut ithalatçı olmayacak bir Nino çıktı. Hepsinden aldıklarım oldu. Amcam meselâ müthiş ağız mızıkası çalardı. Filatelistti. Bekâr öldü, ama sevgilisi Fransa'da, Cannes'da yaşayan bir kadındı. Babam - annem büyük aşk yaşamışlar. Aşklarının meyvesi benim. Ben Kudüs'te doğdum."
Tek çocuk musunuz?
"Hayır, bir de kardeşim var, halen California'da. Dedim ya ben Kudüs'te doğmuşum, 9 aylıkken Türkiye'ye gelmişiz. Yani imalatım nerede yapıldı onu tam olarak bilmiyorum, ama herhalde 1943'te falan gitmişler. Ailelerin arasında bir şey olmuş. Ben doğduktan sonra aileler barışmış ve geri gelmişiz. Benim böyle enteresan bir hayatım var. Doğduğum gün Rommel'in tanklarının durakladığı, black out'un Kudüs'te kalktığı gün. Yani annem bunu söylerdi mühim bir şeymişcesine..."
Kutlu biri olarak görüyormuş sizi...
"O'na göre ben çok kutluydum, onun için saçlarımız döküldü, anamız ağladı! Hayatı boyunca, her kayan yıldızda dua ediyordu 'aman oğlumun saçı çıksın' diye. Tabii o komplekslerle ben yaklaşık 35 sene peruk taktım. Fakat Amerika'da yaşadığım sürede 'burada beni kimse tanımıyor, takmayayım şu peruğu' dedim ve standart Nino'ya döndüm. Bu arada da kellik moda oldu."
Askerlik de bitti, ondan sonra?
"Şerif Yüzbaşıoğlu'nun orkestrasında gitar çalmaya karar verdim, beni imtihan etti ve biraz daha çalışman lâzım dedi. Zaten ailem her gece müzik yapmamı istemiyordu. Odeon Plak'ta beni plak seçici olarak aldılar..."
Ve işte Nino Varon'un öyküsü buradan başlıyor...
"Pink Floyd'un 'Meddle' albümünü çıkarınca bana deli demeleri, Nazarethleri, Chicagoları yayınlamam... Dalida'yı, Aznavour'u çıkarıyorlardı başka bir şey yoktu... Bizim memlekette benim iftihar edeceğim konulardan biri, yabancı müziğin değerlendirilmediği plak şirketlerinden değerlendirici olarak çıkmamdır. Hepsi vardı, hepsi geliyordu, ama muhasebeci plak seçiyordu meselâ, olmaz bu.
Biz kablo toplarken o sahnenin tozunu yedik. Yalova'da PX'in radyosunun çaldığı şarkılar için ağaçlara teller çektik ki Speedy Gonzales'i dinleyelim. O meraklar tabii bizi bir yere getirdi. Ben, iyi bir enternasyonel plak seçicisi oldum."
Fransa dönemi...
O yıllarda Fransa'ya gittiniz...
"Hayatımda çok öyküler var. Bunlardan bir tanesi Fransa'dan Odeon'a denetleyici olarak gelen adamın beni çok sevmesi ve Fransa'ya götürmesi. 1970 yılıydı, adam sordu: 'Fransız müziği dünyada çok iyi satarken Türkiye'de neden eskisi gibi değil?' Patron, Mösyö Grünberg beni çağırdı, 'Cevapla,' dedi. 'Siz Fransızlar' dedim 'romantik müziği İtalyanlar ile bölüşe bölüşe geldiniz, İspanyolları bile sokmadınız. Ama siz İngiltere'den bir Tom Jones'un, bir Engelbert Humperdinck'in, Amerika'dan bir James Brown'ın artık bizim gibi ülkelerde de kahramanlar olabileceğini düşünmediğimizden ve la nouvelle chanson Française dediğiniz o romantizmden çıkıp onları taklit etmenizden dolayı biz orijinallerini tercih ediyoruz.' 'Nasıl konuşuyorsun?' dedi Mösyö Grünberg... 'Ee' dedim 'fikir vermek ayıp olur, ama bir fikir vereyim.' Ve bu laf çok mühimdir benim hayatımda 'Those were the Days'in bestecisini biliyor musunuz?' dedim. Adam editör ve dünya caz tarihine geçmiş biri. Rus şarkılarını derleyen bir adamdı. Dedim ki 'bu adamın bir şarkısı sizde var. Nana Mouskouri'nin söylediği, aynı bestecinin. Siz benimle uğraşacağınıza bu şarkıyı Mary Hopkin'e bir daha satın ikinci bir 'Those were the days' olsun.' Adam durdu şöyle bir baktı. 'Sen' dedi 'böyle bir şeyi senede bir kere düşünebilir misin?' 'E söylediysek, düşünürüz' dedim..."
Ve sizi Fransa'ya çağırdı...
"Bakkaldan aradı beni, evde telefon yoktu Ada'da. Paris'e çağırdı. Gittim, ama çok milliyetçi buldum Fransızları. Bana 'Türk olduğunu söylemeyeceksin, Yahudi olduğunu da söyleme, çünkü senin yerinde olmak isteyen çok Fransız genç var' dedi. Ve orada Fransızca'yı bilmeme rağmen bestecilerin bestelediği şarkıların sözlerini çok iyi çözemememin üzüntüsünü yaşadım. Çünkü o çocukların kaderiyle oynuyordum. Dedim ki 'Benim Fransızcam kâfi değil bunun için.' Dedi ki '6 ay sonra hepsini çözersin', ama bir de benim İstanbul aşkım vardı, hadi bu macerayı burada keselim, diye düşündüm. Ve döndüm."
Tekrar Odeon...
Yine Odeon'a?
"Evet. Dönerken Mammy Blue'yu getirmiştim. Benimle beraber çalışanlar Fransız müziğinin mimarlarıydı. Bir tanesi Alice Dona'ydı; Serge Lama, Gilbert Becaud, Leo Ferre'nin şarkılarını yazan... O da 'sen dönme' dedi. 'Sen mutlu değilsin Paris'te, gel bizde kal, biz orman içinde yaşıyoruz.' Kocası Fransa'nın en büyük editörü. Neyse, dedim ya İstanbul... Döndüm..."
Ve kendinizi Türkiye'ye adadınız...
"Nilüfer'i çıkardık. Onun başarısından sonra bütün artistlerin bize yönelmesi var. Sevgili Ajda, Füsun Önal, Modern Folk Üçlüsü ki Hıncal ile gelmişlerdi. Rahmetli Engin abimle bir ara beraberdik, bir ara eşi ile de çalıştık. Ve sonra artık dedik ki biz bu işi beceririz, ama sermayesiz becerilmiyormuş. Nova diye bir plak şirketi kurduk, perakendeye güç verdim, reklam müzikleri yaptım."
Peki, şimdi sizin CD'lerinize gelelim. Bu yılın başında da yeni bir CD'niz çıktı...
"Ben Ajda'nın 'Kimler geldi, kimler geçti'sinde Fransızca 'Je t'aime mon amour' deyince 'ah' dediler 'sende bu ses varken…' Bana Barry White diyorlar, günde üç paket sigara ile ciddiye almıyorum.
Bir CD yaptık 'İtiraf' diye. Ben şarkıcı değilim, televizyonda konuşabilirim, ama şarkı söylemeye gelince duman ederim. Dolayısıyla bunun promosyonu az oldu. Rahmetli eşim ölünce Ada'da keybordumla, kulaklığımla yaptığım 'hücum kayıt'larda çıkanları Ercan Saatçi dinlediğinde çok etkilendi. 'Ninovari' olarak çıktı.
Ondan sonra kendime gelme dönemim. Bu arada Pakize Hanım 42 sene evvelki gözağrımdı. Onun eşi ölünce, benim de eşim ölünce tesadüf ve tanrısal reenkarnatif bir çizimde yerimiz olduğu için o birden aklıma geldi, aradım, buldum, 3 senedir normale döndüm. Onun da verdiği feyzle bir albüm yaptım: 'Arka Pencere.' Bu albümde onu anlatıyorum. Biz arka pencere elektriğiyiz. Böyle bir albüm yaptık, bunu da EMI aldı."
Biraz anlatsanız...
"Konuşan bir adam. Çok değişik, Frankafon. 1970, hafif konuşan, hikâye anlatan... Müzikal konuşabiliyorum. Detone olmuyorum, 'r'leri bir Fransız gibi söylüyorum. Çünkü bunu bana küçükken annem öğretmişti. Fransızca o kadar modaydı ki 'r'leri onlar gibi söylüyorduk."
Toplam üç CD'niz oldu... Ya masadaki çalışmalar?
"Rahmetli Can Yücel Abi'nin kızı Su, benim Ada'dan arkadaşım. Can Yücel'in şiirlerinden o kadar etkileniyordum ki 'onlara bir bakayım, acaba içine etmeden bir deneyebilir miyim?' dedim Su'ya. 'Babam çok sevinirdi buna, bütün hepsinin iznini veriyoruz' dediler. 15 uzun şiiri seçtim. Can Yücel'in şiirlerine saygımı eksik etmeden onları denemek istiyorum. Bunu yaparım diyebilmek de bir numara büyük gibi geliyor."
Siz de Nino Varon'sunuz...
"Ben, Kayahan'ı kıskanan bir Nino Varon'um."
"Tarkan, Zeki Müren şarkıları yorumlasa yıkıp geçecek!"
Mesleğinizde tecrübe, bilgi, iyi koku almak çok önemli...
"Bakın bir kız geldi, inanılmaz uzun parmaklı, galiba Orta Asya kökenli. Besteci bir karakter var kızda. Ona bir repertuar yapıp çıkarsam. Fakat plak şirketi yok, promontör yok, büyük para gerekiyor kliplere. Oysa bütün bu prosedürlere girmezsem o virajları yaptıramam artık. Türkiye'de 'allah belanı versin' diyen şarkılarla, beyaza küfreden zencilerin müziğini Türkçe yaparak, rap yaparak kötü bir taklitçilikle…
Olmaz! Bazı şeyler bize uymuyor.
Bir yere kadar Orta Avrupa'nın slowları falan uyabilir, ama sen çok ekstrem şeyler seçersen işte böyle olur, Âşık Veysel'i unutursun. Bugün Tarkan yaptığı tüm plaklar yerine benim söylediğim fikirle Zeki Müren'in en güzel şarkılarını yorumlasa, yıkacak geçecek. Prodüktör olarak bunu düşüneceksin, bunu yapacaksın, bir milyon satacaksın, herkes de ekmek yiyecek. Türkiye de mutlu yaşayacak o günleri.
Bir tanesini tango yapacaksın, eski Türk asaletini hatırlatmak için. Bütün bunları kaybedip biz habire böyle böyle gidelim! Bir de bir laf ettim ben bir gazetede: En büyük şarkılar biseksüel şarkılardır. En çok tutan şarkılar cinsiyet belirlemeyen şarkılardır. 'Nasıl geçti habersiz' gibi. Ben çok zeki değilim, ama bunları görmüştüm, o kadar."
"Şarkıcılar büyük lafı dinleseler..."
Nino Varon prodüktörlüğün, söz yazarlığının yanı sıra besteler de yaptı...
"Beste de yapıyordum, ama benim bestecilik yapmamamın nedeni, bana beste getireceklerin, 'bu adam nasılsa beste yapıyor, bizim şarkıyı beğenmez' diyecek olmasıdır. 'Göreceksin kendini'yi benim yazmış olmam bir şey ifade etmiyordu. Şarkıyı aynı renkte söyleyecek artistin yaşına, karakterine, yüz ifadesine göre - yeni yeni televizyon başlıyordu - paketi doğru seçmezsen olamazdı, yani özeti budur.
Ajda'yla en son çalışmamızda - daima danışmanlık verebilirdim ona - 'Dün gece tanımadığım bir erkeğe, sırf sana benziyor diye merhaba dedim'i söylemen lâzım' dedim, 'Nino,' dedi 'Leman söyledi.' 'Leman benim canım, Leman benim en iyi arkadaşlarımdan biri, ama bu şarkının kimliği seninle örtüşüyor,' dedim. 'Ama olmaz ki' dedi. İşte bu artistler bunları dinlemezlerse, Nilüfer'im dahil, büyük lafı dinlemezlerse, - onlar tabii ki mesleği öğrendiler birebir yaşayarak, alkışlardan, önerilerden - kreatif bir şey olmuyor.
'50 yaşında bir erkek arıyorum' diye bir şiir geziyordu. Aldık onu ve dedim ki 'Nilüfer gel bunu yapalım.' 'Ben 50 yaşında bir erkek arıyorum dediğinde insanların akıllarına başka kimler gelecek' deyince 'hayır, öyle değil' dedim. 'Esasında bu mesajı söyleyebilecek birkaç artist var: Zuhal Olcay, sen en az şansı olansın, Candan Erçetin. 50 yaşında bir erkek arıyorum demek seni ne bilmem ne yapar, ne bilmem ne. Her tütünü içmiş, her içkiyi tatmış birinden söz ediliyor.' Şimdi tabii ki bu, günümüz için değil, ama bir-iki sene evvelki düşüncem. Bunu neden ayıp görüyorlar hâlâ. Bu bir hitti. Kadınların sloganı olacaktı."
"Renkler beni rahatlatıyor"
Resim de çiziyorsunuz? Var mı sergi yakınlarda?
"Galiba Artium'da olacak."
Ne kadar zamandır resimle uğraşıyorsunuz?
"Harika çocuk olarak Saint Michel'deyken 1955'lerde özel statüdde resim eğitimi alacaktım. Bana 'sen hiç tok ölen ressam, özellikle de Yahudi olanını gördün mü?' diye sordu ailem. Ve biz o çalışmaları belirli bir noktada durdurttuk. Dinlenmek istediğimde resim çiziyorum. Renkler beni rahatlatıyor, yeni keşifler yapıyorum ruhumda."
Ne zaman açılacak sergi?
"Konuşmadık, daha resimleri görecekler. Yarısı Ada'da, birkaç tanesi burada. Paslaşarak bir sanat ama al birini vur ötekisine! Hikâye bu."