”Toplumsal barış topraktan gelecek”

Hayrettin Karaca, dünyanın geleceğine yönelik endişelerini anlattı

YAYINLAMA
GÜNCELLEME

Faruk Şüyün

İSTANBUL - Erozyonla mücadelenin ikinci bir İstiklâl Savaşı kabul edilerek bu tehlike ile mücadele edilmesi için 1992 yılından bu yana savaşım veren bir kuruluş var: TEMA (Türkiye Erozyonla Mücadele, Ağaçlandırma ve Doğal Varlıkları Koruma) Vakfı. Bu vakfın kurucusu, çevre konusundaki çalışmalarından dolayı beş üniversitemizden fahri doktora unvanı alan; UNEP "Global 500 Roll of Honor", Uluslararası Olimpiyat Komitesi Çevre, Lions Club Melvin Jones, Çevre Bakanlığı "En Büyük Hizmet", Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Ödüllerinin sahibi Hayrettin Karaca. Saydıklarım, ödüllerinden yalnızca birkaçı, kendisi bugün pek çok bilimsel topluluğun üyesi, bir dönem Uluslararası Dendroloji Topluluğu'nun başkan yardımcısı.

Hayrettin Karaca, bu haftaki "Çarşamba Söyleşileri"nin konuğu.

Kendisiyle Yalova'da, kurucusu olduğu Türkiye'nin ilk özel arboretumu (canlı ağaç müzesi) olan mekânda söyleşiyoruz. "80'lere kadar hep çalıştım. Sonra kendimi dağlara, çayırlara attım. Bir yandan botanik konusunda kendimi eğitmeye, bir yandan da Türkiye'yi dolaşmaya başladım. Ağaçların fotoğraflarını çektim, örnekler topladım. Yalova'da içinde bulunduğumuz bu meyve bahçesini yavaş yavaş genişlettim, bir de ev yaptım. Karaca Arboretum'un temeli 1980 yılında böyle atıldı." diye anlatıyor içinde bulunduğumuz mekânın oluşum serüvenini.

14 bin bitki çeşidi barındıran Karaca Arboretum, onların doğru ve düzenli olarak etiketlendiği; yaşadıkları sürece fenolojik kayıtlarının tutulduğu; erozyon ve çeşitli çevre sorunları nedeniyle tehlikede olan türlerin genlerinin korunduğu bilimsel bir merkez. Dünyanın çeşitli ülkelerinde bulunan arboretumlar ve botanik bahçeleri ile tohum, bitki ve bilgi alışverişi içinde bulunulan merkezin yılda iki kez yayınlanan Arboretum Magazin'i bilimadamlarının araştırma ve görüşlerinin yayınlandığı bir platform özelliği taşıyor. Pazar günleri halka açık olan Karaca Arboretum bünyesindeki fidanlıkta işletme masraflarını karşılamak üzere dekoratif nadide süs bitkisi satışları da yapılıyor.

"Bir santimetre kalınlığında toprağın oluşabilmesi için 200 yıl geçmesi gerekiyor. Tarım yapabilmek için ise en az 20 santimetre toprak lâzım, bu da 4 bin yıl demek. Doğada bu kadar zor oluşabilen bir toprağı, önlenmesi mümkünken erozyonla kaybetmek çok acı. Biz Türkler, uğruna öldüğümüz bu toprakları sağ kalınca öldürüyoruz. Giden, toprakla beraber kendi geleceğimiz. Toprak olmazsa ülke kalkınamaz, vatandaşları huzur içinde yaşayamaz. Ben, toplumsal barışın topraktan geleceğine inanıyorum," diyor Hayrettin Karaca. TEMA'nın 16 yıldır anlatmaya çalıştığı gerçeği bir kez daha vurguluyor.

Tabii ki ülkemizi, dünyadan ayrı düşünemeyiz. O da yaşanan çevresel sorunlar yumağından payını alıyor:

"Dünya sorunlar yumağı içinde. Küreselleşme süreci içinde yaşam ve çevre koşulları açısından karşılıklı bağımlı bir dünyada hiçbir ülkenin kaderi, dünyanın kaderinden ayrı tutulamaz. Küresel ısınmayla ben tek başına mücadele edemem Türkiye olarak, ama çözüme katkıda bulunabilirim. Türkiye'nin sorunlarının başkası tarafından çözülmesini beklemek de doğru olmaz. Tarım, toprak ve su meselelerimi ben çözmeliyim.

Dünya, doğal servetinin sonuna geliyor, artık sermayeden yemeye başladı. 2050'ye kadar eğer karbondioksit emisyonunu yüzde seksen azaltırsak, bu tarihten sonra yaşayanlara belki bir hayat bırakabileceğiz. Ama 2050'ye kadar ben de varım! Yani ben, bugün 87 yaşındayım, ben öleceğim, ama bugün yaşayanların bir kısmı var ki onlar bu geleceği yaşayacaklar. Şikâyet etmek yerine, ben ne yapabilirim diye kendime sormam lâzım. Çünkü, bir canavar karşısındayız, efendim küresel ekonomi mi, kapitalizm mi, emperyalizm mi ne derseniz deyin, hepsi zaten aynı. Onun meselesi, hedefi kâr. Dünya, kârın esiri olmuş durumda. Bize hayat veren doğal ekosistemi, yani doğal sermayeyi tüketinceye kadar, kâr peşinde büyümeye devam edecek. Bunun çaresi, şu günkü yaşam tarzlarıyla yok. Aynı kanser gibi, kendine hayat veren doğal varlıkları, doğal ekosistemi bitirinceye, tahrip edinceye kadar büyümek zorunda.

Efendim buna bir örnek gösterin, göstereyim; ‘sustainable development' demişiz, sürdürülebilir kalkınma… Biz, onu yalnızca maddi kalkınma olarak aldık, sosyal yönünü unuttuk. Bir ülke diyor ki benim ekonomim yüzde 3 daha büyüyerek, bugün gayrı safi milli hasılası 44 bin dolara gelmiştir. Aa! Sen kendi kendine diyorsun ki; ben, herkesle ortak olduğum bu servet içinden en çok çalanım! Bunu iftiharla ilan ediyorsun!

Ekonomisi büyümüş! Allah Allah! Ama neyi yiyerek büyümüş? Sermayeyi bitirmek üzere, iflas etmek üzere… Başka çaresi yok, iflas edecektir. Taa ki ben karar verinceye kadar.

Hayrettin, sen kimsin? Ben bir'im. Çünkü bir yoksa, iki olamaz, dört yoksa, beş. O halde her şey bir ile başlar. Atatürk bir kişiydi, Gandhi bir kişiydi, Gandhi ile Atatürk'ü beraber yorumlamak büyük bir hata, tabii. Nerede Atatürk, nerede Gandhi, ama bir ölçüt vermek için. Gandhi bir kişiydi, koskoca imparatoru kovdu, ne gücü, ne silahı vardı. Bir gözlüğü var galiba, bir çarığı, sandaleti, hasırı, üzerine beyaz bir şey örtüyor, bir de sopası, bir de keçisi… Ama inancı vardı. İşte o inanç kadar güçlü bir enerjinin olabileceğine inanmıyorum. Bir, inanılmaz bir Türkiye'nin, hür bir Türkiye'nin, bağımsız bir Türkiye'nin oluşması. İstiklâl Harbi'nden gel, kur Büyük Millet Meclisi'ni, kur Cumhuriyet'i… Bu, mucizeden öte bir şey. İşte bir kişi neler yapabiliyor, onu biz ulus olarak yaşadık. Bir örnek daha verebilirim size; bir kadın, Rachel Carson, kitabı da var ‘Silent Spring - Sessiz Bahar' diye… DTT'nin ne kadar zararlı olduğunu, doğal ekosistemi nasıl öldürdüğünu, bir zincirle insana da geçtiğini ispat ediyor. Bu zararlı kimyasal üründen toplumu kurtarmak için mücadeleye başlıyor. Başarılı oluyor. Bir kadın bu… Amerikan kimya sanayiine karşı. Amerikan Senatosu'na karşı…

Demek ki bir çok önemli. Faruk eğer karar verirse, bu işi yapar. Faruk'un, Hayrettin'in, Ayşe'nin Fatma'nın, Jack'in, Johnson'ın kararlarına bağlıdır bu iş."

Hayrettin Karaca, bugün maruz kaldığımız tehlikelerin temel suçlusunun yine insan olduğunu vurguluyor. "Ben çabuk kanıyorum, zayıfım, çok zayıfım" diyor. "Böyle bilinçsiz tüketmeseydim, böyle sorunlar çıkmayacaktı" sözcükleriyle açıklıyor bugünkü durumu ve devam ediyor:

"Geçen sene dünyada silaha 1 trilyon 347 milyar dolar para harcadık. İşte bu şikâyet ettiğim ekonomi… Hem şikâyet ediyorum, hem ben yapıyorum. Aa! Ben olmasaydım, tüketmeseydim, ekonomi büyümeyecekti. Böyle küresel sorunlar meydana çıkmayacaktı.

O halde tersini düşünelim, yaşanır bir dünyanın oluşması için de ben karar vereceğim. O karar nedir? Yeni bir tüketim ahlâkıdır. Yeni bir paylaşma düzenidir. Kiminle paylaşacaksın hayatı? Bana hayat verenlerle paylaşacağım. Jack, Mary, Ayşe, Hasan değil. Onlar kendi dertleriyle uğraşıyorlar zaten. Hayrettin dâhil olmak üzere, Faruk dahil olmak üzere. Ama ben, bana hayat verenleri, yani bitkiler ve hayvanları, mikro elementlere ininceye kadar, korursam, onları yaşatırsam varım. O halde ne yapmam lâzım, onlarla paylaşmam lâzım. Bana hayat verenleri yaşatmam lâzım. Yaşamak için yaşat diyorum.

Peki, nasıl yapacaksınız, yapacağız bunu diye sormama gerek yok, Hayrettin Karaca, yıllardır anlatmaya çalışıyor, bir kez de burada tekrarlıyor:

"Sen kendinde bu gücü nasıl buluyorsun Hayrettin? Evet, ben güçlüyüm. Bir yerden başlar bu iş. İsraf beni o çukura götürüyor. O halde ben ne yapacağım? İhtiyacım kadar tüketeceğim. Efendim, ekonomi çökecektir, çökerteceğiz gerekirse ekonomiyi silah yapamayacaklar.

Hayretin'le Faruk karar verirse, Ayşe'yi, Fatma'yı,  John'u, Mary'yi de aralarına alırsa, yaşam ihtiyacının dışında tüketmemeye başlarsa, o vakit bu parayı nereden bulacaklar silah için? Kârdır amaç, kâr. Bütün ekonomi kâr için çalışır. Kâr ederse vergi verebilir, o vergi ile silah olur. Peki, ben tüketmedim, ne kadar vergi vereceğim? Şu kadarcık. O vergi ile ancak eğitimle sağlıkla uğraşabilirler hükümetleri kuranlar… O kadar, başka para bulamazlar.

Bunun temelinde ne var, biliyor musun, ahlâk var. Ben buna ‘tüketim ahlâkı' diyorum. Ben Faruk'un hissesinden alıyorum, Ahmet'in, Mehmet'in, John'ın, Mary'nin hisselerinden alıyorum, mikro elementlerin hisselerinden alıyorum, aslanın, kaplanın, filin hisselerinden alıyorum… Evet, ortaklarımın hisselerinden alıyorum ve utanıyor muyum?"

Hayrettin Karaca sürekli sorguluyor, uyarıyor... Boş zamanı yok, televizyon seyretmiyor; "Doymam, sağlığım, barınmam, kuşanmam dışında hiçbir şey tüketmeye hakkım yok; gömleklerim var, yakası çevrilmiştir; ayakkabılarıma bakarsanız, altı yamalıdır," diyor. Yalnızca bir şey yapıyor okuyor, öğrendiklerini geniş kitlelerle paylaşmaya çalışıyor. Ve diyor ki: "Okumak ibadettir, okumamak Cumhuriyet'e ihanet."

Param var, ama tüketmeye hakkım yok

"Birleşmiş Milletler Sekreteri'nin verdiği bilgiye göre, 240 milyon insan, iki dolar ve altında gelire sahip. İki dolar, nedir Türkçesi, iki buçuk YTL'dir. Üst noktası iki dolar. Altı diyor, beş sente kadar gidiyor. Ama utanmıyorlar. Dünyayı aç bırakıp utanmıyorlar. Hayrettin, sen diyorum, ayıp ediyorsun yahu sen. Üzerinde böyle yamalı pantolonla gezmeye utanmıyor musun Hayrettin? Utanmıyorum. Utanmıyorum. Yamatıyorum onsan sonra giyiyorum. Param var, ama tüketmeye hakkım yok. O ayrı şey. Ahlâk meselesi. Bu ahlâk var mı efendim? Hayrettin sen icat mı ediyorsun bunu? Ne diyorsun, vardır efendim, var tabii var. Efendim Batı'da yoksa? Batı'da yoksa bana ne? Ama böyle bir ahlâk varsa, niye o dünyaya yayılmasın? Ara bakalım Hayrettin o ahlâk dediğin şeyi."

Artık unutmaya başladığımız bir kültürden söz ediyor, dayanışmadan, paylaşmadan, bize has değerlerden. Benim çocukluğumda bile kırıntılarını olsun tadabildiğim güzel şeylerden

"Ben bir kasaba çocuğuyum, Bandırma doğumluyum, Yunan yakmış gitmiş… Paramız yoktu. Üç yumurtaya, on yumurtaya yamalık alınıyordu. Başka, gaz ile tuz. Başka bir şeye para yetmezdi ki. Pilici, yumurtası, yağı, yoğurdu ile alışveriş ediyordu köylü. Fakirdik, ama aç gezenimiz yoktu. Evet, açımız yoktu. Nereden biliyorsun? Beni o kültürle büyüttüler. Ne dediler Hayrettin'e? Komşusunu aç yatıranın yediği helal değildir Hayrettin. Komşuda pişer, komşuya düşer Hayrettin.

Peki, bu kimin kültürüydü? Bütün mahallenin kültürüydü. Fakirimiz olabilirdi, ama açımız olmazdı. Ben varlıklı bir ailenin çocuğuydum. Sabahleyin kahvaltıdan sonra annem; ayağımın altında dolaşma, git oyna derdi. Mahallede oynardık çocuklarla. Ama bütün mahalle yalnayaktı. Bu nedenle, bana da ayakkabı giydirmezlerdi. O kültür var Anadolu'da hâlâ. Bu paylaşma düzeni var ve bütün dünyaya yayılabilir. Zannetmeyin ki Batı'da yok. Batı'da da böyle düşünenler var. Yazmışlar, çizmişler, kitapları var..."