Aitken: Bilgi hızlanıyor deneyimler yoğunlaşıyor
Borusan Contemporary’de yer alan İçimdeki Şehir ile Türkiye’deki ilk kişisel sergisini açan Doug Aitken, sanatın hızlanan dünya düzeninde bireyi nasıl etkilediğini, teknolojinin sanatla olan kesişimini ve modern yaşamın karmaşıklıklarını sorguluyor. Sanatçı, izleyiciyi pasif gözlemciden aktif katılımcıya dönüştüren eserleriyle dikkat çekiyor.
Günay DEMİRBAĞ
Amerikalı multidisipliner sanatçı Doug Aitken, günümüzün hızlanan bilgi çağında, sanat izleyicisini yalnızca pasif bir gözlemci olmaktan çıkarıp aktif bir katılımcıya dönüştürüyor. 1990'lardan bu yana sanatın geleneksel formlarını zorlayan sanatçı, eserlerinde teknolojinin ve modern yaşamın etkilerini irdeleyerek izleyiciyi düşünmeye, sorgulamaya davet ediyor.
Özellikle Türkiye'deki ilk kişisel sergisi İçimdeki Şehir ile sanatseverleri, şehrin ve insanın derinliklerine inen modern figürlerle baş başa bırakıyor. “İzleyicinin kendilerini bir adım geri çekip, kendi düşüncelerini oluşturmalarına, bir yankı yaratmalarına ve zaman içinde bu yankının rezonansa girmesine olanak tanıyor. Sergideki eserler, geleneksel anlamda doğal veya organik olmayan bir ortamda modern yaşamı ele alıyor” diyen Aitken ile sergisi ve sanatı üzerine bir sohbet gerçekleştirdik.
“Kışkırtıcı eserler yaratma şansı buldum”
1990'lardan beri sanatın çeşitli biçimlerini zorlamanızla tanınıyorsunuz. Bu yaratıcı süreçte sizi en çok etkileyen unsurlar neler oldu? Yıllar içinde nasıl evrildiniz?
Yaratıcı yolculuğum, büyük ölçüde bitmek bilmeyen bir merak ve sanatın geleneksel kavramlarını sorgulama arzusu tarafından şekillendi. Sanat hayatımın en başından beri, sanat ile teknoloji arasındaki kesişim noktalarını keşfetmeye ve sanatın çevresiyle nasıl etkileşime girip onu nasıl dönüştürebileceğine dair bir ilgim oldu.
Yaratıcı sürecimdeki en etkili unsurlardan biri, teknolojinin evrimidir. Dijital araçlar daha sofistike hale geldikçe, yeni ifade biçimleriyle denemeler yapma ve görsel olarak etkileyici, kavramsal olarak kışkırtıcı eserler yaratma şansı buldum.
Yıllar içinde çalışmalarım daha çok sanatın etkileşimli ve katılımcı yönlerine odaklanmaya başladı. Sanatın yaratıcı ile izleyici arasında bir diyalog olması gerektiğine ve dünyayı anlama şeklimizi ilham vermek, kışkırtmak ve hatta sorgulamak için bir güç olduğuna inanıyorum. Bunu başarmak için, izleyiciyi katılmaya davet eden yerleştirmeler, sanat ile yaşam arasındaki sınırları bulanıklaştıran performanslar ve bulundukları topluluklarla etkileşim kuran sanat projeleri üzerinde çalıştım.
Modern yaşamın ve hiperbağlantılılığın karmaşıklıklarına değiniyorsunuz. Bu temaları eserlerinize nasıl entegre ediyorsunuz ve izleyicilerin bu kavramlarla nasıl bağ kurmasını bekliyorsunuz?
Yaptığım işler sorular öneriyor. İzleyicinin kendilerini bir adım geri çekip, kendi düşüncelerini oluşturmalarına, bir yankı yaratmalarına ve zaman içinde bu yankının rezonansa girmesine olanak tanıyor. Çalışmalarım daha çok bu tetikleyicilerle ilgili ve izleyicinin bir diyalog kurmasını sağlıyor.
“Bu sergide modern yaşam fikrini keşfetmek istedim”
Türkiye'deki ilk kişisel serginiz İçimdeki Şehir’de hangi temaları öne çıkardınız? İstanbul'un bu sergi üzerindeki etkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Sergideki eserler, geleneksel anlamda doğal veya organik olmayan bir ortamda modern yaşamı ele alıyor. Farklı karakterlerin anlatıları mekânın içinde hareket ediyor ve çeşitli formlar ile enkarnasyonlar alıyor. Sergide gösterilen eserlerden biri olan 3 Modern Figures (Don’t Forget to Breathe) (2018) neredeyse tamamen ışık ve sesten oluşuyor. Formlar, ışık hızını, bilgiyi, nabzı ve koreografi hareketini taşıyan kaplar olarak işlev görüyor.
Sleepwalkers (2007) adlı video yerleştirmesi, modern bir şehirden süzülmüş karakterlerin bir kompozisyonunu yaratıyor. Bunlar dramatik karakterler ya da bireyler değil, bir şehirden yaratılmış arketipler, kimlikler. Bu karakterler yalnız ve izole ama bir araya geliyorlar ve her şey anında senkronize oluyor. Bu sergide modern yaşam fikrini keşfetmek istedim. Sergiye ev sahipliği yapan İstanbul, tam da böyle bir şehir. Bu şehir, canlı enerjisi, tarihsel derinliği ve hızlı modernleşmesiyle gerçekten modern yaşamın ruhunu barındırıyor.
Jérôme Sans ile iş birliği yapmak nasıldı? Ortaklığınız serginin yönünü nasıl şekillendirdi?
Jérôme ile çalışmak, sanatsal olasılıkların bir renk yelpazesine dalmak gibi. Sürekli olarak sizi yeni yaratıcılık seviyelerine ulaşmaya itiyor. Farklı unsurları uyumlu bir anlatıya dokuma konusunda usta, konseptimizi yaşayan, nefes alan bir evrene dönüştürdü. Onun benzersiz vizyonu, sergi için düşündüğümüz sınırları zorladı. Onun bakış açısı ve küratöryel vizyonu serginin yönünü şekillendirdi ve onu gerçekten olağanüstü bir şeye dönüştürdü.
Çalışmalarınız, neoliberal, küreselleşmiş toplumlarda özgürlüğün anlamını sıkça sorguluyor. Sizce günümüz dünyasında bireyler gerçekten özgür mü, yoksa daha mı izole?
Birçok çalışmam, insan koşullarımıza ve algıladığımız günlük deneyimlere daha uygun olabilecek yeni iletişim taslakları yaratmaya çalışıyor.
Yaşadığımız koşullara baktığımızda, çevremizdeki dünyanın hızlandığını söyleyebilirim. Bilgi hızlanıyor, deneyimler yoğunlaşıyor. Yaşadığımız toplumda sürekli daha fazla şey talep ediliyor. Hepimiz bu hızlanma nehrinde ilerliyoruz ve bu hızlanma arttıkça, bazen durduğumuzu da fark ediyoruz. Bu durgunluk anları ve düşünce ile tefekkür için alanlar giderek nadir hale geliyor. İşlerimde bu ikiliği keşfetmeyi seviyorum.
Gri alanı, melankoliyi ve yansımayı kaybediyoruz. Bunların kaybolmaması gerektiğini düşünüyorum. Sanatın bir değeri de bu olmalı, zamanın yavaşladığı, düşünce için bir alan sunduğu bir yer.
Teknolojinin sanat üzerindeki etkisini nasıl algılıyorsunuz? Özellikle dijital sanat ve yeni medyanın gelişimi sanatsal pratiğinizi nasıl etkiledi?
Çalıştığım mantra, sanat yaratmak için mevcut olan her şeyi kullanmaktır. Teknolojiyi kullanmakla, teknolojinin sizi kullanmasına izin vermek arasında bir fark olduğunu düşünüyorum. En son yenilikler ve en son teknoloji, bazen yalnızca o teknolojinin taşıyıcıları olan sanatçıları ve yaratıcıları büyüleyebilir. Kendim için, teknolojiye bir renk paleti ve bir dizi bileşen olarak yaklaşmak istiyorum.
The City Within adlı sergi 2007'den 2024'e kadar olan eserlerinizi içeriyor. İlerleyen yıllarda yaratıcı pratiğinizde odaklanmayı planladığınız alanlar neler?
Sanatın geleceği her zaman bir tahmin meselesidir. İleriye doğru giderken, bir yol ayrımına ulaşacağımızı düşünüyorum. Bir yönde sanat, kapitalist bir sistemin içinde var olabilen, metalaştırılan ve paraya çevrilen bir şey olacak. Bu, sanat hakkında tekil ve muhafazakar bir bakış açısıdır. Bu yol ayrımında, bir başka yön gelişecek; sanatın formunu özgürleştirmekle ilgili olacak. Sanatın daha az değerli ve daha çok entropi ve değişimle ilgili olduğunu göreceğiz.
Deneyimlediğimiz alanların dışında, hem kentsel hem kırsal alanlarda veya dünyanın herhangi bir yerinde sanat bulacağız.
"Sanatın kutsal olması gerekmediği fikrini seviyorum"
Serginin, izleyiciyi pasif gözlemcilerden aktif katılımcılara dönüştürmeye odaklanması oldukça dikkat çekici. Sanatın etkileşimli doğası hakkındaki düşüncelerinizi nasıl şekillendiriyor?
Sanat tarihine baktığımızda, sanat genellikle şeyleri yavaşlatmak, anları kristalleştirmekle ilgilidir. Merakım beni farklı yönlere çekiyor. Bir sanat eserinin harekete geçmesi, kendini inşa edip yıkabilmesi ve dönüşebilmesi fikri beni büyülüyor. Bu projelerin çoğu, sanat eserlerinin işgal edebileceği farklı bir dili araştırıyor. Bir sanat eseri sizinle dans edebilir mi? Bir uyarıcı olabilir mi? Aynı esere tekrar tekrar döndüğünüzde farklı bir diyalog veya deneyim paylaşabilir misiniz?
Bu sorular şu anda benim için çok önemli. Sanatın kutsal olması gerekmediği fikrini seviyorum. Sanat rüzgardaki polen gibi, tohumlar gibi, okyanustaki su gibi olabilir. Sanat hareket edebilir ve sürüklenebilir.
İçinde yaşadığımız koşullara baktığımızda, çevremizdeki dünyanın hızlandığını söyleyebilirim. Bilgi hızlanıyor, deneyimler yoğunlaşıyor. Yaşadığımız toplumda sürekli daha fazla şey talep ediliyor. Hepimiz bu hızlanma nehrinde ilerliyoruz ve bu hızlanma arttıkça, bazen durduğumuzu da fark ediyoruz. Bu durgunluk anları ve düşünce ile tefekkür için alanlar giderek nadir hale geliyor. İşlerimde bu ikiliği keşfetmeyi seviyorum. Gri alanı, melankoliyi ve yansımayı kaybediyoruz. Bunların kaybolmaması gerektiğini düşünüyorum. Sanatın bir değeri de bu olmalı—zamanın yavaşladığı, düşünce için bir alan sunduğu bir yer.