Birbirimizi anlamadan nereye kadar?

Rüştü BOZKURT
Rüştü BOZKURT BUZDAĞININ DİBİ rustu.bozkurt@dunya.com

Geçen hafta, düşüncelerini kitlelerle paylaşmış 10 insanımızdan alıntılar yaparak,kendimizi nasıl tanımladığımızı açıklamaya çalıştım. Bu yazıda 10 insanımızın daha görüşlerini ekleyeceğim.

Değişik konularda görüşlerini açıklayan insanlarımızın zihninin aynalarındaki yansımalarına bakalım: Önemli sorunlarımızdan biri de "reaksiyon toplumu" olduğumuz kabulüdür. Kudsi Ergüner, geniş bir açıdan bakarak, bizde " Muhafazakar çevre, Cumhuriyet'in katı Batıcılığına reaksiyon alarak çıktı. Ama tıpkı Cumhuriyet aristokrasisi gibi Batılılaşmaya karşı olanların da kompleksi var. Hatta fazlası. Öbürü hiç olmazsa ' ben Avrupalılaştım" diyor. Bu. Avrupalılaşmaktır' diyen İslami çevrelerde 'İslam Batı'dan doğacak inancı var. Dinimizi bile Avrupa'dan öğreneceğimize inanıyoruz. Çünkü onların bilmedikleri bir Batı var. Öbürleri az çok gördü, yaşadı Batı'nın ne olduğunu. Bu kesim bilmediğine karşı hayranlık içerisinde. Geleceğin ne olduğu, hatta bugün İslamiyetin ne olduğu belli değil Türkiye'de. Barakalım dinin etrafındaki kültürü,dinin kendisi karma karışık", diyor. Bu gözlem, daha önce paylaşılan Ali Bardakoğlu ile Ceyda Karan'ın gözlemleriyle kimi yönleriyle örtüşüyor.

Diyanet İşleri Başkanı'nın Soma' da maden faciası sonrasında yaptığı değerlendirme, Ergüner'in bakış açısının bir farklı boyutuna işaret ediyor: "Soma'daki gibi hadiseleri İslam açısından değerlendirirken, yaratıcının sonsuz kudretini yok saymak ne kadar yanlışsa, insanın suç ve sorumluluklarına ilahi kudret üzerinden mazeret üretmek de o kadar yanlıştır. İlahi adalete gölge düşüren tez ve yorumlardan kaçınmak gerek. Bizlerin, zulmü meşrulaştırmayı araç yapan dini algılama biçimleriyle kendi hatalarımızı örtmek için dini istismar eden yorumlar karşısında hakikati söyleme mecburiyetimiz vardır." 

Mehmet S. Aydın, Milliyet'te 3 Nisan 2000 tarihinde söyleşisinde, "Dinle ilgili akıllıca bir söylem oluşturacaksak, bu sadece camideki görevlilerin yapacağı, bir zümrenin alıp götüreceği bir iş değildir. Felsefecinin, sosyal bilimcinin de dinle uğraşması lazım. Türkiye'de din konusunda sağlıklı bilgi üretmenin yeri sadece cami olamaz. Cami bu bilginin tüketildiği yer, uygulama alanıdır. Din bilgilerinin üniversitede üretilmesi lazım. Bu bilgilerin üretilmesinde de sadece üniversiteler yer almaz. İlahiyatçılar genellikle normatif yanı kurallar çerçevesinde çalışırlar. Batı'da olduğu gibi, güncel, toplumun işine yarayan, rahatça kullanılabilecek bir dini bilginin üretilmesi lazım. Türkiye'nin en büyük sıkıntısı dinle ilgili bilimsel bilgilere sahip olmamamızdır."

Sığınmacı kültür

Ethem Alpaydın, sorunu inanç sisteminden farklı bir yöne, "cemaat kültürüne" taşıyor. Kimliğini bir tercih olarak görmeyen, tekleştiren saldırganlığı besleyen sığınmacı kültüre gönderme yapıyor. Alpaydın "Pirinç ya da buğday: Doğu ya da Batı" yazısında, "Ortaklaşıcı bir kültürümüz var: Bunun bizde 'imece' gibi iyi sonuçları olsa da aynı zamanda herkesi bir düzeyde tutmaya çalışan, farklılıkları, öne çıkanları törpüleyen bir etkisi de var. Örneğin nazar inancı, çevresinden biraz daha güzel ya da başarılı olanı kontrol altında tutmak,ona varlığının her zaman içinde bulunduğu toplumun onayına tabi olduğunu sürekli hatırlatmak içindir. Batı'da birbirine nasıl olduğu sorulduğunda iyi olduğunu söyler, çünkü mutsuzluğu onun kişisel başarısızlığının göstergesi olarak alınır; bizde ise nasıl olduğu sorulduğunda herkes şikayet eder, çünkü başarı ve mutluluk gizlenmesi gereken şeylerdir" genellemesine ulaşıyor.

Çınar Oskay'la bir söyleşisinde Bülent Somay kültürümüzün bir başka yönüne değiniyor: "Doğu baba algısının alaşağı edilemediği bir kültür. 19'uncu yüzyılda padişah baba otoritesini kaybediyor. Jale Parla 'Babalar ve Oğullar ' adlı kitabında çok güzel anlatıyor: Babasızlık kültürü. Genç Osmanlılar ve Jön Türkler babasını kaybetmiş bir kuşaktır. Sonra yeni bir baba buluyor: Atatürk. Adını zaten 'Türk'ün babası' adını koyuyor. Atatürk'ü kaybediyor; mateme giriyoruz. İnönü, Bayar, Menderes olmuyor. Cemal Gürsel bile 'Cemal Aga' oluyor. Süleyman Demirel öyle bir oyun oynuyor ki. Tamamen Mustafa Kemal gibi değil. Biraz komikçene. Ama baba oluyor. İhtiyaç var çünkü. Turgut Özal, şortuyla falan olsa olsa arkadaşlarımızla pek tanıştırmak istemeyeceğimiz bir amca figürü olabilir. Ve Erdoğan, 'abi ' pozuyla geliyor: 'Ben sizin Kasımpaşalı abinizim; delikanlı adamım."

Rövanş hissinin körlüğü

Fatih Altaylı, "En uzak mesafe/iki kafa arasındadır birbirini anlamayan" diyen Can Yücel'i haklı çıkaran bir analiz yapıyor:" Bu ülkede, belki de haklı olarak, bir dönem insanların fikirlerinden, hayat tarzlarından dolayı aşağılandığından, hor görüldüğünden, dışlandığından yakınanlar bugün gücü ele geçirme ya da gücü ele geçirenlere yakın olduğu hissedince hemen aynı duygularla, aynı duygunun bir de 'rövanş" hissiyle, katlanmış haliyle hareket etmeye başlıyorlar. Dün kendini 'kötü hissedenler' bugün başkalarına ' kendini kötü hissettirme' konusunda geçmişten gelen birikimleriyle olsa gerek birer uzman kesildiler."

Ayşe Arman'a göre de, "Türkiye'de insanlar el sıkışırken bile göz teması kurmuyor artık. Birbirimize karşı, mağara adamlarının, kazma dışlı dağ kaplanı hakkındaki düşünceleriyle doluyuz. Herkes 'öteki'ni gavur, yobaz, hain, sapık, açgözlü, yalancı, hilekar filan zannediyor."

Kendini anlama, düşünme ve vaziyet alışlar

Atilla Yayla, düz aynalarda yansıyan eksiğimizi 4 Mart 2006'daki bir söyleşisinde şöyle dillendiriyor: "Kendini anlamayan, kendindeki insanı göremeyen ve keşfedemeyen insanın başkalarıyla ilişkiye girmesi, onları duyması, dinlemesi ve anlamaya çalışması -eğer imkansız değilse- çok zordur. Biz başkalarını anlamak isteriz çünkü kendimizi anlamak isteriz. Kendimizi anlamamız başkalarını anlama sürecinin geçiş kapısıdır."

Aziz Nesin ise Radikal'de 27 Şubat 2008'de önemli bir eksikliğimizi anlatıyor: "Düşünmemiz gerekiyor. En az yaptığımız. Yapmasını en az bildiğimiz şey: Düşünme! Düşünmek, niçinin, niçinlerin yanıtını araştırmaktır. Bulmak, demiyorum, araştırmaktır, diyorum. Kolay iş sanılmasın düşünmek. Zor iştir düşünmek, belki de dünyanın en zor işi, belki de değil. Bizler salt bugün için değil, kuşaklar boyu düşünmeye, düşündürülmeye alıştırılmamış, alıştırılmamışız."

Kendimize tuttuğumuz düz aynalardaki yansımalarda gözlenen önemli bir özelliğimize de İlhan Tekeli dikkat çekiyor: "Türkiye'de birey düzeyinde kapasiteler, vaziyet alışlar,umutlar gayet hızlı ve kendinden bekleneni gerçekleştiriyor. Ama buna mukabil bireyler bir araya gelip, toplum için karar verip üretemiyor; sistemin toplu performansı düşük, yani o da siyasetin performansı düşük demek"
Bir sonraki yazıda, daha değişik özelliklerimizi açıklayan 10 düşünce insanımızın görüşlerini ele alacağız.

 

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar