“İki kültür arasında sınır bekçisi” olmanın önemini kavramalıyız

Rüştü BOZKURT
Rüştü BOZKURT BUZDAĞININ DİBİ rustu.bozkurt@dunya.com

Kendimiz ve başkaları için yaşamayı değerli ve anlamlı kılmanın yolu, maddi ve kültürel zenginlik üreterek insan yaşamını kolaylaştırmadır.

İnsan aklını en uç noktada değerlendiren gelişmiş beyinler, insanlık tarihinde hiç yaşanmamış hızda bir değişim sürecinden geçtiğimizi söylüyor. Söylemler, yaşadığımız dünyayı sezen ve anlayan, kendi olanaklarını ve kısıtlarını bilen ve insanlık için gelecek inşa etme sorumluluğunu üstlenen bilinçli insanları “öngörmek ve önlem almak” için motive ediyor.

En küçük bir kuşkuya yer bırakmayacak netlikte, yeni bir dünya kurulduğunu düşünüyor; düşünmenin de ötesinde inanıyorum. Giderek büyük kitlelerin paylaştığı yeni bir dünyanın oluşumu, insanlığa önderlik edecek yetenek ve becerilere sahip olan önderleri, eski varsayımlarını sorgulamaya zorluyor. Her sorgulama, işlevsiz varsayımların elenmesine, yeni varsayımların türetilmesine dayalı yeni bir zihni model oluşturuyor. Yenilenen zihni modeller, olay ya da olgulara yeni adlar verilmesine, yeni kavramların ve terimlerin türetilmesine, yeni düşüncelerin oluşturulmasına ve yeni davranış tarzlarının geliştirilmesine yol açıyor. Yeni bir dünyanın kurulduğunu zihnimizde meşrulaştırdığımızdan, doğru yerde, doğru zamanda, doğru amaca hizmet eden, doğru rolleri üstlenen ve doğru konumlanan birey, topluluk ya da toplum olabilmek için yoğunlaşan, yaygınlaşan, derinleşen ve karmaşıklaşan dünyamızı sezmek ve anlamak için arayışları artırmak gerektiriyor.
Dünya genelini etkileyen ve bize özgü bazı sorunların neler olduğunu tartışmak istiyoruz. Her alanda işleyen kurumlar yaratabilmenin, her düzlemde etkin yönetişim yapılabilmenin değişkenleri üzerinde bir ortak akıl ve dil yaratmanın kanallarını açacağını düşünüyoruz. Eğer, değişkenler üzerinde uzlaşır, paylaşımcı, katılımcı ve kapsayıcı anlayışla ortak aklın zenginliğini yaratır; ortak dilin gücünü kullanırsak, yeni dünyada yerimizi daha iyi bulabileceğimiz kanısındayız.

Denememizin bu ilk bölümlerinde tarihsel değişkenleri ve sorunlarımızı öncelikle ele alacağız. Söz konusu değişkenlerin ilki “iki kültür arasında sınır bekçisi” olmanın yarattığı önyargıları, yerleşik doğruları, kalıp düşünceleri ve ezberleri bozmanın güçlükleridir. İkincisi, “ideolojiler döneminde kanat ülke” olmanın toplumsal algılarımızda yarattığı sapmalardır. Üçüncüsü, “yapay sınırlar çizilmesi nedeniyle merkez ülke olma noktasından köprü ülke konumuna geçişin” yarattığı kısıtlardır. Dördüncüsü, "Osmanlı’nın parçalanması sonucu ortaya çıkan çok sayıda devletin nefret mirasçıcı olmanın” zorluklarıdır. Beşincisi, “bizim nüfusumuz artarken, sanayileşmenin öncüsü yakınlarımızdaki zengin ülkelerde azalan nüfus nedeniyle korku odağı” olmamızdır. Altıncısı da hakim bir imparatorluğun kurucu milleti olarak, parçalanma ve yok olmanın içimize sindirdiği “eziklik duygusu ve savunmacı anlayışın” hayatın öz gerçeğinden uzaklaştıran etkileridir. Yedincisi, tarihsel ve güncel birikimlerin biriken etkisiyle, “kendini yeniden üreten toplum olabilme” özelliğimizden bir hayli uzaklaşmış olmamızdır.

İkinci bölümde, dünya genelindeki genel eğilimleri yaratan, eğilimlerden de etkilenen değişkenleri ele alacağım: Önce, ekonomideki odak kayması ile birlikte yeniden dengelenen “büyük güçlerin etkileri” üzerinde duracağız. İkincisi, bulunduğumuz coğrafyada “ara güçlerin bozucu etkilerini” ayrı bir alt başlıkta ele alacağız. Üçüncüsü, dalgalanmaların, belirsizliklerin, karmaşıklıkların ve muğlakların yarattığı kuram ve çerçevelerden yoksun olmanın yarattığı “otoriterleşme eğiliminin” olası etkilerini tartışacağız. Dördüncüsü, dünya genelinde ortaya çıkan asimetrik ilişkileri yaratan “devlet dışı güçlerin olası etkilerini” irdeleyeceğiz. Beşincisi, katılımcılığı, paylaşımcılığı ve kapsayıcılığı öteleyen “demokrasi umutlarını azaltan” etkenleri tartışacağız. Altıncısı, bilim ve teknolojideki gelişmenin yarattığı sessiz devrimin, analitik güç ihtiyacının, yeni insan kaynakları anlayışının, makineler arasındaki iletişimin, akıllı ve bağlantılı ürünlerdeki yaygınlaşma hızının yaratmakta olduğu “üretimin iç örgütlenmesinde, endüstri-devlet ilişkilerinde ve devletlerarası ilişkilerde” olası yeni yapılanmaların etkileri üzerinde duracağız. Yedincisi de, “siber yapıların ve siber saldırıların fiziksel ve ekonomik altyapıları nasıl tehdit ettiğini, geliştirilebilecek stratejileri” sorgulayacağız.

İlk iki denememizde, oluşmakta olan yeni dünyanın büyük resmi ondört alt başlıkta ele alarak somutlaştırmaya çalışacağız. Hiç kuşkusuzdur ki açıklamalarımız sadece bir tartışmayı başlatacak sınırlara sahiptir; çok dinamik bir gelişme ortamını tam olarak açıklayabilme iddiasından uzaktır. Sınırlı bilgiyi yanılabilme özgürlüğünü kullanarak tartışmaya açmanın, hiç bir şey yapmamaktan daha verimli bir çaba olacağı düşüncesi bizi motive etmektedir. Tartışacağımız her konuda bir dizi rakama dayanarak yapılacak analizler, anlatımı zenginleştirebilir. Biz, elden geldiğince rakamdan kaçınarak, zor ve riskli yol olsa da “nitelik açıklamlarına dayalı genelle me yapma yolunu” seçiyoruz. İlgimizi, sonuçlardan çok süreçlere odaklayacağız.

“Sınır bekçisi” olmanın sorunları

Türkler'in üzeninde yaşadığımız coğrafyaya geç gelmelerini, daha önce bu topraklarda bulunan ve yakın çevresindeki ülkelerde yaşayanların yeni gelenleri benimsememesini tarihçiler önemle vurguluyor.

Bir başka yaklaşım ise Hristiyanlarla bir simbiosis söz konusu olduğu konusudur. Başlangıçta Anadolu’da farklı kültürlere sahip insanlar kardeşçe yaşamıştır. Sanayi devrimi sonrasında büyük ideolojilerin yaygınlaşması ırk ve inanca dayalı ayrışmayı öne çıkarmıştır. Kırılma dönemlerinde, merkezi otoriteyi zayıflatmış, ırk ve inanç ayrılıkları iki kültür arasındaki çatışmalar için sömürülmüştür. Ekonomik çıkarlarını korumak isteyen egemenlerin kasıtlı söylemleriyle kitlelerin çatıştırılması 19’uncu yüzyılın ikinci yarısı ile 20’inci yüzyılın ikinci yarısına kadar bütün insanlığı derinden yaralayan olaylara yol açmıştır.
Türklerin Anadolu’ya gelişi 12’inci yüzyıla rastlar, söz konusu yüzyılda bir ülkenin etnolojik yapısının değişmesi çok zordur. Zaman içinde Anadolu’da etnolojik yapı değişmiştir ama bunu Batı dünyasının kabul etmesi zor. Tarihçilerin altını önemle çizdikleri gibi 10’uncu ve 20’nci yüzyılda bunu kabul ettirmek her alanda ustalık gerektirmektedir. İki kültür arasında “sınır bekçisi” olan bir ülkeyi yönetenlerin Doğu-Batı ayırımını iyi bilmesi, içselleştirmiş olmaları gerekiyor. Ayrımı, üretimde, devlet yapılanmasında, merkezi ve merkezkaç yönetim uygulamalarında, vergileme sisteminde, daha önceki imparatorlukların mirasının kabullenilmesi süreçlerinin bütününde kavramak, etkin bir yönetişim yürütebilmenin gerek şartı haline geliyor.
İki kültür arasında sınır bekçisi olmuş bir toplumu yönetenler, milat olarak kendilerini alır, önceki uygarlıklardan alınan yapıları, işlevleri ve kültürleri önemsemez, kendilerini merkez kabul ederlerse çok şeye ters düşerler. Geçmişin birikimlerini ne denli benimsersek o denli büyür, tersini yaparsak kendimizi o kadar küçültürüz.

İnsanların inançlarını ekonomik çıkarlar için istismar ederek, inançlar arasında çatışmayı körükleyen, önyargıların derinleşmesine yol açan ilginç örneklerden biri de Venedik’te Enrico Dandolu’nun girişimidir. Doksan yaşında olmasına karşın Dandolu inanılmaz bir enerjiyle Dördüncü Haçlı Seferi’nin düzenlenmesine öncülük etmiştir. Gözyaşlarının arkasında asıl amaçlarını saklamış, Marx’ın anlatımıyla inanç-odaklı söylemlerle “eşsiz bir ticaret işlem” gerçekleştirilmiştir. Bir ülke kültürler arasında sınır bekçisiyse, orada siyasi ve ekonomik amaçları için inançları kullananlar her zaman olacaktır. Doğuştan kazanılan ırk ve inanç değerlerini politik ve ekonomik çıkarlara gizlemek amacıyla “kutsal şal” olarak kullananlar, her zaman var olmuştur; bugün de vardır ve gelecekte de olacaktır.

Bazı ekonomistler Türkiye’ yi “Sanayi Devrimini kaçırmış tipik ülkelerden biri” olarak tanımlar. Sanayi Devrimi’ni kaçırmış olmak, gücün her geçen gün azalmasına, Batı’ya olan bağımlılıkların artmasına yol açmıştır. Devletlerarası ilişkilerde “reel politik” uygulamalar öne çıkmıştır. Çifte standart uygulamalar her zaman karşılaşılan durumdur. Çifte standart da karşılıklı güven yerine güvensizliği besler. AB’ye üyelik sürecinde yakından gözlediğimiz gibi ekonomik çıkarları zedeleyeceğine inananlar, korkularıyla kültürel önyargılarını birleştirdiğinde, önyargıları, yerleşik doğruları, kalıp düşünceleri ve ezberleri aşabilmek zorlaşıyor.

Kuşkusuz başlıklar halinde sıralanan sorunları ayrıntılarıyla ele alarak, daha derinlikli bilgiler paylaşıldığında bilgilerimiz de daha netleşebilir. Bizim burada anlatmak istediğimiz şey, sınır bekçiliği yapan bir ülkeyi yönetenlerin, kültürel önyargıları dikkate alan strateji belirlemesinin, söylem ve eylem planına sahip olunmasının önemli olduğudur.

Tartışma kültürü zenginliktir

Tartışılması ve zihinlerde berraklaştırılmasında yarar olan bir başka değişken ‘ideolojiler döneminde kanat ülke” olmanın yarattığı “tek tip düşünceyi istikrar sanma” saplantısıdır. Fikir akışlarını, çok sesliliği sınırlayan idari kararlar ve otoriter uygulamalar, düşünce kısırlığı yaratır. Eksikli düşünce, bütünsel çözümler üretmez. Bir de buna dönemin olguları kuşatılabilir parçalara bölerek analiz etme eğiliminin etkilerini eklerseniz, ortaya “düşünce kısırlığı” çıkar ki, bir ulus için bundan daha tehlikeli bir davranış düşünülemez. Büyük ideolojilerin hakim olduğu dönemde “kanat ülkesi” olan ülkemizde, bazı düşünceler özgürce tartışılırken, karşı tezleri ileri süren düşüncelerin bazıları katı biçimde yasaklandığını hepimiz biliyoruz. Tek tip düşüncenin öne çıktığı, tek sesli bir toplum oluşturmanın yarattığı en önemli sakınca, tek ölçülü düşünceden hızla çok ölçülü düşünceye geçen Batı toplumlarındaki gelişmeleri net olarak anlamayı engellemesidir. Anlama eksik olduğu zaman, gelişmeleri yakalayarak, gelişmişler kervanına katılmamız da gecikmiştir.

Ülkemiz aydınları, gücü elinde tutanların tek tip düşünce yaratma baskısıyla, çok ölçülü düşünce üretimine geçmekte gecikmiştir. Aydınlarımız gündemli, dosyalı, içeriği dolgun tartışma geleneğini yayamamıştır. Eleştirel akla dayanan tartışma geleneğinin oluşmaması da siyaset söylemini giderek paçozlaştırmış, kapsayıcı ve geliştiren siyasi söylem yerine, bölen, parçalayan, ayrıştıran, yurtiçinde kendi insanımızı sömüren bir yapı ortaya çıkmıştır. Dışarıda da güç odaklarının sömürücü kurumlarının tuzağına düşme sonucunu yaratmıştır.

Medyada yapılan tartışmaların nitelik eksikleri, geçmişdeki “tek tip düşünce” algısının uzantısıdır. Ülkemizde çok kültürlü tartışma, çok ölçülü düşünme ve analiz yapma geleneğinin oluşmamış olması, yeni bir dünya kurulurken kullanılması gereken “yeni dili” kavramayı da güçleştirmiştir. Örneğin bugünün dünyasını biçimlendiren “endüstri 4.0”, “analitik 3.0”, “insan kaynakları 2.0”, “akıllı ve bağlantılı ürünler”, “bulut bileşim”, “büyük veri” vb. bir dizi yeni kavramın düşünceye dönüşmesi, projelere kaynaklık etmesi ve geniş kitlelerce benimsenerek toplumsallaşması gecikmektedir. Yeni dünyayı anlama ve uyum gösterme süreci gereken hızda ilerleyemiyorsa, geçmişin tortularını silip atan bir “anlayış reformunu” gerçekleştirememiş olmanın bunda payı büyüktür.

Gündemdeki asıl sorunumuz, yanılabilme özgürlüğünü kullanan, metodu olan, gündemi belli, dosya içerikleri zengin tartışma aşamasına hızla geçiş yapabilmektir. Ancak o zaman yıllardır övündüğümüz “köprü ülke” olmanın yanlışlığını net bir biçimde anlayabiliriz.

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar