16 Nisan sonrası ekonomi

Tuğrul BELLİ
Tuğrul BELLİ GÜNDEM tugrulbelli@gmail.com

Piyasalarda 16 Nisan sonrasında ekonominin düzelme yoluna gireceği yönünde bir beklenti var. Acaba bu ne kadar gerçekçi bir beklenti?

15 Temmuz’daki hain darbe girişiminin tüketici ve reel kesimin dibe vuran güveni ile birlikte ekonomik faaliyetler üzerinde önemli bir menfi etkisi olduğu muhakkak. Ancak piyasalardaki bozulmanın, ekonomideki yavaşlamanın ve işsizlik oranlarındaki artışın 15 Temmuz’dan öncesine dayanan bir evveliyatı olduğunun da tespitini yapalım. Son derece tartışmalı olan yukarı yönlü milli gelir artışı revizyonlarına rağmen 2014’ün 2. çeyreğinden itibaren ekonomik büyümede belirgin bir yavaşlama olduğu gözden kaçmıyor. Nitekim o tarihten 2016 3. çeyreğine kadar olan dönemde büyüme hızımız yüzde 4.1 olmuş. (Cuma günü açıklanacak 4. çeyrek rakamları ile birlikte bu ortalamanın daha da gerileyeceği muhakkak.) Halbuki, 2011 ile 2014 1. çeyreği arasındaki büyüme hızımız yüzde 8.2. Son 3 senede büyüme hızımız yarı yarıya gerilemiş durumda. İşsizlik oranına bakarsak da bu yavaşlamayı 2012 ortasına kadar geri götürebiliriz.

Hal böyle iken, 17 Nisan’da ekonominin sihirli bir değnek değmişcesine toparlanması mümkün mü? Bence zor. Öncelikle, referandumun sonucunun son derece küçük bir farkla belirleneceği muhakkak. Halbuki (eğer “evet” çıkarsa) bir ülkenin siyasi sisteminde böyle radikal bir değişikliğe çok daha geniş bir konsensüs ile karar verilmesi gerekir. Oylarda ortadan ikiye bölünmenin toplumda bazı çatlaklar meydana getireceği bariz. Kaldı ki, ben Başkanlık sisteminin gelmesinin, 15 yıldır tek parti – tek adam iktidarının hüküm sürdüğü ortama kıyasla, ekonomide neyi değiştireceğini de kesinlikle anlamış değilim. Bugüne kadar muhalefetin mevcudiyeti İktidarın ekonomi alanında neyi yapmasını engellemiş ki? Veya bugüne kadar hangi müteşebbis “ileride Türkiye koalisyon dönemine girerse” endişesi ile yatırımlarını askıya almış ki? Aksine, koalisyonların milli mutabakatı artıran, farklı görüşleri bir potada eriten ve sonuçta kendi içinde bir dengeleme mekanizması yaratan bir yönü de var. Halbuki, nihai kararların tek kişi tarafından alındığı ve o kişiyi destekleyici/yönlendirici Devlet aklının ve kadrolarının malum sebeplerle zayıfladığı bir ortamda daha sağlıklı bir siyaset ve ekonomi yönetimi beklemek pek de gerçekçi olmayacaktır.

Öte yandan “evet” sonucunun özellikle uluslararası portföy yatırımcıları açısından olumlu değerlendirileceği iddiası var. Bu kesimin düşüncesi Sn. Erdoğan’ın Batı’yla olan bu gerilim politikasını referandumda avantaj sağlamak için sürdürdüğü ve sonrasında gerilimi düşüreceği şeklinde. Diyelim ki, gerçekten de referandum sonrasında gerilim düşecek. Peki, bu yaklaşım Batı açısından dost ve güvenilir bir siyasetçi portresi mi çiziyor? Ayrıca, gerilim düşse bile, bu bir anda turizm ve dış ticaretteki problemlerimizin çözüleceği anlamına mı geliyor? Öte yandan, yok Sn. Erdoğan’ın Batıyla ilgili gerçek fikirleri bunlar ise, o zaman zaten Batıyla pek muhabbet dolu günlerin bizi beklediğini söyleyemeyiz.

Hükümet kaç zamandır ekonomiyi canlı tutmak için çeşitli teşvikler ve vergi afları ihdas etmek ve Bütçe içi ve dışı harcamalarda ve kamu bankaları kredilerinde artışa gitmek durumunda kalıyor. (Nitekim Şubat ayında faiz-dışı giderlerdeki artış yüzde 27.4 gibi çok yüksek bir oranda gerçekleşti. 2016 başından beri kamu bankalarının TL kredilerindeki artış oranı yüzde 26.5. Aynı dönemde yerli özel bankalardaki kredi artışı ise yüzde 10.1 ile enflasyonun altında!) Kimse Hükümeti bu zayıflayan ekonomik ortamda bu tarz tedbirler alma konusunda eleştiremez. Ancak bir başka gerçek de şu ki, bu tedbirlerin sonuna gelinmiş bulunuyor. Eğer ekonomi kısa sürede bir normalizasyon sürecine girmez ise bu alınan tedbirlerin başta Bütçe açığı ve bankacılık bilançoları olmak üzere bazı temel ekonomik veriler üzerinde oluşturduğu tahribatlar su yüzüne çıkmaya başlayacaktır.

Son olarak da Fed’in senenin devamında 2 veya daha az faiz artışı yapacağı, uluslararası fon akışlarının yeniden düzeleceği, petrol fiyatlarının bugünkü seviyelerde kalacağı, böylece eski “güzel” günlerde olduğu gibi sıcak parayla ekonominin büyüyeceği şeklindeki tozpembe senaryolar hakkında iki kelam edeyim. Velev ki gelişmeler böyle olsun. Türkiye’nin bu tür konjonktürel, günü kurtarma üzerine inşa edilen dış borçlanmaya dayalı politikalarla vakit kaybedecek bir saniyesi bile kalmadı. Bizim her şeyden önce güçlü, ileriyi gören, katma değerli ve yüksek teknoloji ağırlıklı ürün üretimine ağırlık veren, gerekli yerlerde kamu-özel sektör işbirliğine dayalı bir sanayi politikasına ihtiyacımız var. Yabancılarla birlikte yatırım yapacaksak da (ki çoğu alanda yapmamız şart) bu yatırımların bize know-how olarak kalıcı getirisi olacak yatırımlar olması gerek. Ancak doğru yatırımcıları çekmek için Türkiye’nin yatırım ortamını ivedilikle düzeltmesi gerekiyor. Yoksa, bize hiçbir know-how katkısı olmayan, verilen imtiyaz hakları sayesinde tekelci rantı sağlayan ve bu rantı da alıp ülkesine götüren bedevi yatırımlara ihtiyacımız hiç ama hiç yok.

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Dar bir koridor! 10 Ekim 2019
IMF 4. Madde bildirisi 26 Eylül 2019