Çin'in döviz politikası temcit pilavına döndü
Orhan AKIŞIK
Geçen Cumartesi Çin Merkez Bankası tarafından yuan - dolar bağımlılığına son verildiği yönündeki açıklama, bu ülkenin uyguladığı döviz politikasından uzun süredir rahatsızlık duyan ülkeleri şimdilik rahatlatmışa benziyor. Başta ABD olmak üzere AB ülkeleri atılan adımı memnuniyetle karşıladıklarını belirtmekle birlikte, küresel ekonominin istikrara kavuşması için kararın arkasında durulması yönündeki taleplerini yinelemekten de geri kalmadılar.
1995'den 2005'e kadar parasını dolara bağlayan Çin, 2005'in Temmuz ayında ABD'den gelen yoğun baskıya dayanamayarak dalgalı kur rejimine geçeceğini duyurmuştu. Sistemin esası, büyük iniş ve çıkışlar haricinde kura müdahale edilmemesi prensibine dayanıyor. 2005'ten 2009 yılının Ocak ayına kadar uygulanan ve yuanın dolar karşısında yaklaşık %21 oranında değer kazanmasına yol açan bu sisteme, finansal krizin başlamasıyla birlikte son verilmiş; para, 2005 öncesi dönemde olduğu gibi tekrar dolara bağlanmıştı.
Bu son kararla, kriz öncesindeki döviz politikasına, yani yönetilen kur rejimine geri dönülmüş bulunuyor. Öncekinden küçük bir farkla; yuanı bu defa doların da aralarında yer aldığı bir döviz sepetine bağlayarak... Esneklikten kastedilen ise, kurun parite değerinin alt ve üst sınırları arasında binde 5 oranına kadar değişmesine izin verilmesi.
Yuan - dolar örneğinde olduğu gibi, bir para biriminin diğer bir para birimine bağlanmasının pratikte yol açtığı sonuç, değer kazanma ve kaybetmelerin aynı anda gerçekleşmesinden başka bir şey değil. Bir başka deyişle, çıpa vazifesi gören para biriminin değer kazanması, ona bağlanan paranın değerinde de artışa yol açıyor. Buna örnek, AB'nin içine düştüğü borç krizine doların Euro karşısında değer kazanmasına bağlı olarak, dolara bağlı yuanın da Euro karşısında değerlenmesi. Tabii, bunun tersi de mümkün. Doların değerinde meydana gelen düşüşlerin yuanın da değer kaybetmesine yol açması, Çin'le olan dış ticaretinde haksız rekabete neden olduğu gerekçesiyle, uzun yıllardan beri ABD'nin rahatsızlık duyduğu bir husus.
Dışa açık ekonomilerde uygulanan para ve döviz politikalarının arasındaki ilişki ve bunların makroekonomik değişkenler üzerindeki etkisini inceleyen çalışmalar 1960'lı yıllara dayanıyor. Robert Mundell ve Marcus Fleming adlı iki Amerikalı iktisatçı tarafından geliştirilen imkansız üçleme (impossible trinity) hipotezine göre, dışa açık bir ekonominin aynı anda bağımsız para politikası ve sabit döviz kuru sistemine sahip olması mümkün değil. Bir başka deyişle, hem para politikasını kontrol etmek hem de sabit döviz kuru politikasını korumak isteniyorsa, sermaye hareketlerini sınırlamak gerekiyor. Şimdiye kadar, bu politika alternatifleri arasında sermaye hareketlerine sınırlama getirerek sabit kur sisteminin yanı sıra bağımsız para politikası uygulayan Çin'in, bu son kararla, sermaye hareketleri üzerindeki sınırlamayı gevşetmesi beklenebilir.
Uzun sayılabilecek bir süreden beri değişik platformlarda dile getirilen, Yuan'ın değerinin suni olarak düşük tutulduğu yönündeki şikayetin, resesyonla birlikte global ekonominin öncelikli konularından biri haline geldiği gayet açık. Özellikle, son bir yıl içindeki G-20 toplantılarında bu konuda Çin'e yapılan eleştirilerin dozu giderek arttı. Resesyondan çıkılmasıyla birlikte dış ticaret açığı tekrar artma eğilimine giren ABD'de yönetim, Çin kaynaklı ithalata vergi konulması yönünde ısrar eden Kongre'nin baskısından bunalmış durumda. Çin Merkez Bankası tarafından alınan bu son kararın da, Kongre'den gelen bu baskıları azaltması zor görünüyor.
Peki, şimdiye kadar hemen her fırsatta uygulanacak döviz politikasının kendi bilecekleri bir iş olduğunu söyleyen Çinli yetkililerin kararında ne etkili olmuş olabilir? Açıklamalara bakılırsa, bu tamamen ekonominin gerekleri doğrultusunda, büyümenin sürekliliğini sağlamaya yönelik olarak alınmış bir karar. Bu ifadenin altında yatan nedenlere açıklık getirmekte yarar var. Bunlardan biri, düşük değerli kurun enflasyonu arttırarak ihracatı olumsuz yönde etkileyecek olması. Yönetim, paranın değer kazanmasıyla enflasyonist eğilimlerin önüne geçmeyi amaçlıyor.
Diğeri ise, milli gelir içinde tüketimin payını artırma düşüncesi. Bu, yüksek büyüme hızlarının gelecekte de sürdürülmesi açısından üzerinde önemle durulması gereken bir husus. Ekonomik büyüme büyük ölçüde ihracata dayalı olsa da, küresel krizle birlikte dışsatımın da düştüğü bir gerçek. İhracat gelirlerinin hala kriz öncesi düzeyinin altında olması bunun önemli bir göstergesi. Şu halde, tüketimin belli sınırlar içinde artması, olası yeni bir krizde büyümenin sürdürülebilirliğini sağlayabilir.
Bütün bu faktörlerin dışında, itiraf edilmese de, bu ülke üzerindeki uluslararası baskının giderek artan etkisinin payını da belirtmeden geçmek olmaz. Artık Çinliler de her G-20 Zirvesi'nde kendilerine yöneltilen şikayetlerden bıkmış olacaklar ki, Toronto'da haziran ayının son haftasında başlayacak Zirve öncesinde kararı açıkladılar.
Çin Merkez Bankası tarafından alınan bu son kararın, yuanın dolara karşı değer kazanmasıyla birlikte piyasalardaki etkisini göstermekte gecikmediği görülüyor. Fakat bunun küresel dengesizliği gidermeye yeteceği sanılmamalı. Zira kurda büyük değişikliklerin olması görünür gelecekte ihtimal dışı. Esasen, Çin'in yaptığı temcit pilavı gibi aynı politikayı ısıtıp ısıtıp ortaya koymaktan başka bir şey değil. Bu defa yerler mi? Bekleyip görmek lazım.