Asgari ücret ver, bir kısmını geri al!

Alaattin AKTAŞ
Alaattin AKTAŞ EKO ANALİZ ala.aktas@gmail.com

Ünlü bir işadamı yıllar önce "Zenginin parası zengine, fakirin parası fakire yetmez" demişti. Bu sözün ikinci kısmı özellikle asgari ücretle çalışmak durumunda olan işçiler için çok geçerli. Ama tabii ki zengini de tek bir kesim olarak düşünemeyiz. Zengin var, zengin var!

Türkiye'de asgari ücret hemen her dönem tartışma konusu olmuştur. İşçi, o ücretle çok zor geçinir, bu tamam da, işveren de durumuna göre yeri gelir asgari ücreti vermekte bile zorlanabilir. Hele işler iyi gitmiyorsa.

Asgari ücretin işçinin cebine giren bir görünen yüzü var, bir de işverenden çıkan görünmeyen boyutu. Bu yıl için asgari ücret net 1.603 lira olarak uygulanacak, işverenin cebinden ise 2.029 lira çıkacak.

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı verilerine göre Türkiye'de işçi statüsünde çalışan 14.5 milyon kişi var. Bu işçilerin yüzde 40.3 oranındaki 5.9 milyonu asgari ücretle çalışıyor.

Ama bu 5.9 milyon işçinin bir kısmı gerçekte asgari ücretle çalışamıyor.

"Asgari ücretin altında bir ücret olur mu" dediğinizi duyar gibiyiz. Kağıt üstünde tabii ki olmaz. Görünürde olmaz ama pratikte bu pekala olabiliyor.

***

Bir işveren yanındaki işçisini ya sigortasız çalıştıracak ya da en azından asgari ücret verecek. Sigortasız çalıştırmak sıkıntı yaratabiliyor, dolayısıyla asgari ücretten istihdam etmek tercih ediliyor.

Ama bazı işverenler bir işçi için 2.029 lira ödeyemiyor ya da ödemek istemiyor. Bu duruma daha çok taşeron işçi çalıştıran işletmelerde rastlanıyor. Kamuda taşeron işçi çalıştıran bazı firmalar, iş alabilmek için düşük teklif veriyor. Ama düşük teklifin altında, örneğin bu yıl için bir işçiye 2.029 lira ödemeyecek olma gerçeği yatıyor.

Bunun yöntemi de basit. İşverenin cebinden 1.603 lirası işçiye ödenmek üzere her bir işçi için 2.029 lira çıkıyor. İşçi asgari ücreti olan 1.603 lirayı alıyor almasına ama işte o paranın hepsi kendine kalmayabiliyor.

İşte bir kısmı kamuda taşeron işçi çalıştıranlar olmak üzere bazı firmalar ödedikleri bu 1.603 liraya göz koyuyor.

Firmalar ödedikleri asgari ücretin bir kısmını işçiden geri alıyor. İşçi parasını resmi yolla, örneğin banka ATM'lerinden çekiyor, sonra gelip bu ücretin bir kısmını patrona iade ediyor.

İade edilen ücrette bir "tarife" yok tabii ki. İşverenin insafı, işçinin varsa eğer pazarlık gücü...

***

Bu davranışı sergileyen işveren tartışmasız suç işlemiş oluyor ama işçinin de bunu kabul etmekten başka çaresi yok ki. Bu isteğe "Hayır" diyecek işçi kendini kapının önünde bulacağını biliyor.

İşçi bunu göze alsa ve işverene karşı davaya niyetlense durumu kanıtlaması da hiç kolay değil. Çünkü ödeme yasal yollarla gerçekleştirilirken, ödemenin bir kısmının geri alınması "elden" yapılıyor.

***

Bu işverenler açısından da büyük sorun. Bir işveren var, namuslu çalışıyor, işçisinin hakkını koruyor, değil verdiği ücretin bir kısmını geri almayı düşünmek, daha iyi şartlar sağlamaya çalışıyor.

Bir başka işveren işçisine zorunlu olarak verdiği ücretin bir kısmını yasal olmayan biçimde geri alıyor.

Ve bu firmalar düşünün ki aynı işkolunda çalışıyor, aynı mal ya da hizmeti üretiyor. Doğaldır ki işçilikten kaynaklanan maliyet farklı ortaya çıkıyor ve bir haksız rekabet doğmuş oluyor.

***

Sorunun çözümü hiç kolay değil, hele hele bugünden yarına hiç mümkün değil. Çözüm sendikalaşmadan geçiyor kuşkusuz. Ama "sarışın olmayan" sendikalardan.

Makro açıdan bakınca sorunun çözümü tabii ki işsizliğin azalmasında yatıyor. Fazla nitelik gerektirmeyen işler için kapıda adeta onlarca işçi bekliyorken, işverenin de gözü doymayanına rastladınız mı işte asgari ücret bile alamıyorsunuz.

Çünkü kimi zenginler için doyma sınırı yok, onları yola getirebilecek bir otorite de yok!

O veteriner hekimi izlediniz mi?

Yer Edirne. Bir veteriner hekim işine giderken yol kenarında acıdan kıvranan bir at görüyor. At bakımsız, at hasta, acılar içinde. Hekim iniyor arabasından, çantasında ne var ne yoksa kullanarak atın acısını dindirmeye çalışıyor.

Atın vücut sıcaklığı çok düşmüş, donacak hayvan neredeyse. Acıdan bacağı kasılıyor sürekli. Veteriner hekim hayvanın tüm geceyi soğukta geçirdiğinin belli olduğunu ve 10 üstünden 10 denilebilecek şekilde gaz sancısı çektiğini söylüyor.

"Ben" diyor veteriner hekim ağlamaklı bir şekilde "Burada belki yirmi, belki otuz hayvana müdahale ettim daha önce de. İnsanlar işleri bitince hayvanları ölsün diye buraya bırakıyorlar. Ben hangi birine yetişebilirim, birilerinin el atması gerekir buna".

Hani bazı çocuklar şımarıkça kedi köpek ister, alınır; sonra anlaşılır ki bakmak zor, atılır hayvancağızlar sokağa...

Artık hizmet veremez, işe yaramaz hale gelen atın ölsün diye sokağa bırakılması gibi...
"Kediymiş, köpekmiş, atmış; onlar da ne ki, devlet insanını bile koruyamıyor" diyenler çıkacaktır.

Yanıtımız şu olur: "Devletin elini tutan mı var, korusun! Yeter ki korunması gerekeni koruyamayanı korumasın!"

Ne istiyorsunuz bu doğadan, bu güzelliklerden!

Gün geçmiyor ki "Yok artık orası da mı" diye hayret edeceğimiz bir doğal güzellikle ilgili imara açma gibi bir karar alınmasın.

Ankara'da yaşayan biri olarak yıllardır izlediğimiz bir tartışma konusu var. ODTÜ'ye ait Eymir Gölü. Eski Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek sürekli olarak Eymir'i halka açmaktan söz ederdi. Sanki Eymir halka açık değilmiş gibi... Eymir'e araç girişinde sınırlama vardır, onun dışında herkes girebilir, hatta son yıllarda hafta sonları araç trafiğine tümden kapatılmıştır.

Aslında amaç Eymir'i halka açma adı altında imara açmaktır. Neyse ki ODTÜ dik durmayı başarmış ve bir doğa katliamı yaşanmamıştır.

Ama kamuya ait ve bir Bakanlar Kurulu kararıyla ya da bir belediye meclisi kararıyla nereler imara açılmıyor, açılmak istenmiyor ki...


Son dönemde nereler gündeme gelmedi ki... Gölcük için kıyamet koptu, geri adım atıldı. Ama niyet ortaya konulmuş oldu.

Karadeniz'in yaylalarını birbirine bağlayacak yolu yapacağız diye uğraşıp duruyoruz. O yaylalarda yaşayanlar istemediğine göre bu yolu kim niye istiyor olabilir ki?

Son olarak Hürriyet'te sevgili arkadaşım Aysel Alp yazdı. Alanya Kalesi, Fırnaz Koyu ve Patara için sit değişikliğine gidiliyor. Buralarda villalar, turizm tesisleri yapılabilecekmiş, hatta taş ocağı ve maden bile açılabilecekmiş.

Buralar bize miras bırakılan yerler. Sahi insan düşünmeden edemiyor; ne istiyoruz bu doğadan, bu güzelliklerden...

Değişik bir gazeteciler günü kutlaması

Her ne kadar adı "10 Ocak Çalışan Gazeteciler Günü" ise de biz gazeteciler günü demeyi tercih ediyoruz. Ne yani şu koşullarda işsiz kaldığı için çalışamayan binlerce meslektaşımızı dışlayacak mıyız?

Ad konusuna fazla takılmak da gerekmez. Gazeteciler gününde siyasetçilerden, sivil toplum kuruluşlarından bir dizi tebrik mesajı gelir. Adet yerini bulsun mesajıdır bunların çoğu. Bunu en iyi gören de gazetecilerdir zaten...

Ama değişik bir mesaj geldi 10 Ocak'ta. Acıbadem Grubu, "Kalp krizinden depresyona... Bu hastalıklar gazetecileri tehdit ediyor" başlığıyla meslekten kaynaklanan ya da kaynaklanması muhtemel hastalıkları ve bunlara karşı ne yapılması gerektiğini içeren bir mesaj yayımladı. Aslında bu uyarılar, gazetecilik benzeri stresli mesleklere mensup herkes için geçerli.
Gelin şu rahatsızlıkların neler olabileceği ve bunlardan kurtulmak için neler yapılabileceği konusundaki uyarıya göz atalım:

Yoğun mesai saatleri, uykusuz geceler, haber peşinde koşturmalar veya saatlerce bilgisayar karşısında çalışmak, haber yetiştirme telaşının getirdiği stres, hazır yemek tüketiminin artması, pasif veya aktif sigara tüketimi… Gazetecilerin çalışma tempoları yoğun, bir o kadar da stresli oluyor. Hal böyle olunca da, yaşam kalitesini oldukça düşüren pek çok hastalığın görülme riski gazetecilerde artıyor. Peki gazeteciler hangi hastalıklar açısından daha fazla risk altındalar? Bu hastalıkların önüne geçmek için neler yapmalı? Uzmanlar gazetecileri en sık tehdit eden hastalıkları anlattı, önemli önerilerde bulundu.

Kalp krizi ve hipertansiyon

Kalp krizi ve hipertansiyon sağlıksız yaşam koşulları süren kişilerde daha sık görülüyor. Bu iki hastalığın daha sık gözlendiği meslek gruplarından biri de, gazeteciler. Bunun nedeni ise gazetecilerin oldukça yoğun, bir o kadar da stresli bir çalışma hayatına sahip olmaları.

Gazetecilerde risk artışına sebep olan diğer etkenlerin başında da masa başında çalışanlarda hareketsizlik geliyor. Kardiyoloji Uzmanı Doç. Dr. Ahmet Karabulut bu koşullara bir de aktif ya da pasif sigara içiciliği eklenince kalp krizi ile hipertansiyon gelişiminin daha erken yaşta görülmesinin genellikle kaçınılmaz olduğu uyarısında bulunuyor.


“Uzun süre masa başında haber hazırlayan muhabirler kadar, soğuk hava şartlarında saatlerce haber yakalamak için bekleyen muhabirler de risk altında” diyen Doç. Dr. Ahmet Karabulut sözlerine şöyle devam ediyor:

“Özellikle kondisyonu düşük olan ve sigara içen muhabirlerin sahada aniden koşturmaları nabızda ani artış, tansiyonda belirgin yükselmeyle sonuçlanıyor ve kalp üzerindeki yük belirgin olarak artıyor. Bu durum kalp krizine yol açabiliyor.

Bunların yanı sıra spor yapmaya zaman ayıramayan gazetecilerin ortak sorunlarından biri de, çarpıntı. Kondisyon eksikliğinin getirdiği bu durum eforla nabzın beklenenden fazla artışına yol açarak nefes darlığını tetikliyor. 50 yaş üstünde ani gelişen nabızdaki artış daha ciddi ritim bozukluklarına neden olabiliyor.

Günlük 30-40 dakikalık spor, hazır gıdadan uzaklaşma ve uykuların düzene girmesi riskleri azaltabiliyor.”

Kaygı bozuklukları, depresyon

Psikiyatri Uzmanı Dr. Ömer Oluk gazeteciliğin ruh sağlığını en çok zorlayan mesleklerden biri olduğu uyarısında bulunuyor. Gazeteciler, tehlikeli koşullar altında çalışma, kazalar, afetler, ölüm ile yaralanma olaylarına çok yakından şahit oluyor, bazı durumlarda tehdit ve baskıya maruz kalabiliyorlar. Bu olaylar da ileride başta travma sonrası stres bozukluğu, kaygı bozukluğu ve depresyon olmak üzere çeşitli psikolojik sorunlara sebep olabiliyor.

Psikiyatri Uzmanı Dr. Ömer Oluk bu nedenle uyku bozukluları, sinirlilik, irkilmeler ve maruz kalınan bazı olayların sürekli anımsanması gibi belirtilerin birkaç haftadan uzun süre devam ettiği takdirde bir uzman yardımına başvurulması gerektiğine dikkat çekerek, “Çünkü psikolojik şikayetlerin ihmal edilmesi ve tedavide gecikilmesi, durumun daha da ağırlaşıp karmaşık bir hal almasına neden olabiliyor” diyor.

Yeme bozukluğu

Gazetecilerde beslenme problemleri de sıkça rastlanan bir başka sağlık problemini oluşturuyor. Beslenme ve Diyet Uzmanı Şeyda Sıla Bilgili bunlardan en belirgin yeme probleminin tıkanırcasına yeme bozukluğu olduğuna dikkat çekerek, “Bu tabloya zaman zaman gece uykudan kalkıp miktar gözetmeksizin yeme durumu da eşlik edebiliyor” diyor. 

Tıkanırcasına yeme, kontrol edilemeyen bir yeme şekli. Normalden çok daha hızlı yeme, fiziksel olarak rahatsızlık hissedilinceye kadar yeme, fiziksel olarak açlık duygusu olmamasına rağmen fazla miktarda yeme, yemenin ardından pişmanlık ve suçlu hissetme bu tablonun en tipik belirtilerini oluşturuyor. Bu belirtilerden en az 3’üne sahip olunması durumunda “Tıkanırcasına Yeme Sendromu” tanısı konuyor.

Gazetecilerde buna ek olarak, saat gözetmeksizin koşturmacayla geçen bir günde, gün boyunca beslenmeyi unutup, akşam ise uyuyana kadar süren yeme durumu da görülebiliyor.

Bel ve boyun fıtıkları

Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Uzmanı Prof. Dr. Meral Bayramoğlu stresli ve yoğun çalışma şartları olan gazetecilerde sinir sıkışmaları, tendon hasarı, bel ile boyun fıtığı gibi kas iskelet sistemine ait hastalıklara sıklıkla rastlandığına işaret ederek, “Bu hastalıklar ofiste ve sahada çalışan gazetecilerde farklı şekillerde ortaya çıkabiliyor” diyor.

Sahada çalışan, ağır kameralar taşımak durumunda olan gazetecilerin en sık karşılaştıkları problem ise bu ağır eşyaların uzun süre taşınmasına bağlı olarak gelişen kas spazmları, hatta boyun ile bel fıtıkları oluyor. Ayakta uzun süre durmayı gerektiren her meslekte olduğu gibi muhabirlerde de sıkça ayak ve ayak bileğini ilgilendiren ağrılı sendromlar görülebiliyor. Bu ağrılar bacaklara ve bele kadar yayılabiliyor.

Sinir sıkışması, tendon hasarı

Prof. Dr. Meral Bayramoğlu ofiste, bilgisayar başında, uzun saatler dirsekler ve el bilekleri seviyesinde tekrarlanan hareketlerin de sinir sıkışmalarına veya tendon hasarlarına neden olabildiği uyarısında bulunarak şunları söylüyor:

“Bunların sonucunda eller ve kollarda uyuşmayla birlikte ağrılar ortaya çıkabiliyor. Yine masa başında uzun süreli hareketsizlik omurga kaslarında gerginlik ve tutulmalara yol açabiliyor. Bu tip hastalıkların önüne geçmenin en iyi yolu ergonomik önlemlerin olabildiğince iyi alınması, uzun çalışma saatleri sırasında, saatte bir pozisyon değiştirilmesi ve omurga kaslarını güçlendirmeye yönelik egzersizler yapılması.”

Bilgisayara bakma sendromu

Göz Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanı Prof. Dr. Banu Coşar riskli bölgelerde muhabirlik yapan gazetecilerin göz yaralanmaları ve göz enfeksiyonları gibi sorunlarla karşılaşabildiklerine dikkat çekerek, “Sürekli kamera, cep telefonu ve bilgisayar kullanımına bağlı olarak ise "Bilgisayara bakma sendromu izlenebiliyor” diyor. Gözlerde ağrı, yorgunluk, rahatsızlık, kızarıklık, bulanık görme ve çift görme bu sendromun belirtilerini oluşturuyor.

Bilgisayara bakma sendromunun en önemli nedeni ise göz kuruması. Bu durumdan korunmak için düzenli olarak suni gözyaşı damlasıyla gözleri nemli tutmak gerektiği vurgulanıyor.

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar