Termodinamik, insanlar, aşk ve Maxwell’in Cini!
''Termodinamik ve aşk komik bir konudur. İlk defa öğrendiğinizde, ne olduğunu anlamazsınız bile. İkinci defa üzerinden geçtiğinizde, bir-iki nokta hariç anladığınızı düşünürsünüz. Üçüncü defa baktığınızda ise anlamadığınızı bilirsiniz ama o zamana kadar konuya alıştığınız için bu sizi o kadar rahatsız etmez.”
Arnold Sommerfeld
Soru: Fiziğin bir ilkesi insanı anlatabilir mi? Aşkı anlatabilir mi? Termodinamik bize yön verebilir mi?
Termodinamiğin ikinci yasası der ki termal bir süreçte bir işi ve verilen iç enerjiyi geri döndürmek imkânsızdır. Sonsuz bir döngü yoktur. Biliyoruz, biraz karışık oldu. O nedenle daha kolay anlatabilmek amacıyla şöyle bir örnek verelim. Mesela bir kitap düşünün. Kitap sayfalarıyla birlikte ne kadar da düzenli görünüyor değil mi? Bu kitabı parçaladığımızı düşünelim. Ya toplaması? İşte bu kitabı eski haline getirmek için parçalarken harcadığımız enerjiden daha fazla enerji kullanmamız gerekli.
Şimdi bundan sonra bu görüşü baz alarak insanı ve aşkı yorumlayacağız. Bir fizik prensibi üzerinden insanın üzerine gideceğiz. Onu anlamaya çalışacağız. Orada ilişkiyi, düzeni, tekrarı, tutkuyu, ihaneti, yeniden bir araya gelmeyi, aşkı ve evlilikleri bulabiliriz diye düşünüyoruz. Bu bir düşünce deneyi. Yazında “Maxwell'in Cini” olarak geçiyor.
Düşünce deneylerini çoğumuz biliriz. Düşünce deneylerinin asıl amacı deneyin muhtemel olan sonuçlarını önceden kestirebilmektir. James Clerk Maxwell’in deneyi de termodinamiğin ikinci yasasına tepki olarak doğmuştur. Termodinamiğin ikinci yasası çok basittir: Yüksek sıcaklıktaki cisimler, ilişki halinde oldukları düşük sıcaklıktaki cisimleri ısıtabilirler ama düşük sıcaklıktaki cisimler, kendilerinden daha düşük sıcaklıktaki cisimleri ısıtamazlar. Eş sıcaklıktaki cisimler de bu dengelerini, dış bir etken olmadıkça sonsuza dek korurlar. Mesela masanın üzerine bıraktığınız bir fincan ılık çayın kendi kendine kaynamasını düşünemezsiniz.
Termodinamik açısından bakarsak istatistiksel fiziğin “Ben buranın şahıyım” dediği yerdir burası. Mekânın içerisindeki her taneciği hesaba alan istatistiksel fizik denklemleriyle hareket ederseniz, çayın sıcaklığının artacağı durumu matematiksel olarak hesaplayabilirsiniz. Lakin hesaplayacağımız değerin gerçekte bir anlamı olmayacaktır. Bu imkânsızdır, çünkü bunu sağlayacak olasılık değeri yalnız bir insan ömründe değil, evrenin ömründe dahi gözlenmesine imkân olamayacak kadar zerre olacaktır.
O halde, oda sıcaklığındaki yeni hazırlanmış bir çayın sıcaklığı asla artmayacak, hava ile çay arasında ısıl denge sağlanana kadar sıcaklık daima azalacaktır. Ne demiştik: “Yüksek sıcaklıktaki cisimler, ilişki halinde oldukları düşük sıcaklıktaki cisimleri ısıtabilirler ama düşük sıcaklıktaki cisimler, kendilerinden daha düşük sıcaklıktaki cisimleri ısıtamazlar.”
Tıpkı aşk gibi, değil mi? Taraflardan biri deli gibi âşıksa, ısısı diğerine yeter mi? İkisi de aynı oranda ısınır mı? Bir tutku diğerini çeker mi? Evliliği ya da uzun ilişkileri termodinamiğin ikinci yasası ile bağlantılandırmak istersek şöyle ifade edebiliriz: Evlilik kapalı enerji sistemleri gibi düşünülebilir. Kapalı sistemlerde sistemin devamlılığı isteniyorsa sistem aleyhine bir şey yapmamak yetmez, lehine bir şeyler yapmak gerekir.
Bir başka deyişle evliliğinizin iyi gitmesi için hiçbir şey yapmıyorsanız evliliğinizde hiçbir şeyi kötü yapmasanız da evliliğiniz kötüye gidecektir! Çünkü evlilik aracı kendi kendine gitmez, ona emek vererek anlamlı bir yolculuğa dönüştürmek gerekir. Belki de bu yüzden “Seninle evlendim ya… Daha ne bekliyorsun?” sorusu ya da cümlesi, kimsenin hoşuna gitmez.
Aslında sözünü ettiğimiz, termodinamiğin ikinci yasasının bir sorgulaması olan Maxwell’in Cini isimli bir düşünce deneyi. İskoç fizikçi James Clerk Maxwell, nam-ı diğer Maxwell, 1867’de, termodinamiğin ikinci yasasının geçerliliğini sorgulamak amacıyla bir düşünce deneyi ortaya koymuştur. Deney şöyledir: Bir oda hayal edin ve o odaya üstten bakın. Bu oda dikdörtgen ve aralarında sadece bir kapıyla iki odaya bölünen bir yer. Termodinamiğin ikinci yasasına göre aradaki kapıyı istediğimiz kadar açıp kapayalım, özdeş sıcaklıktaki odalar arasında ısı alışverişi olmaz. Maxwell, “Bu böyle olmak zorunda mı?” diye sorar ve bir kurgu ortaya koyar.
Bu kurguda kapının başında bir cin durur. Bu, Maxwell’in Cini adlı varsayımsal bir yaratıktır (cin adı sonradan eklenmiş, Maxwell’in kastettiği şey sadece “zeki bir yaratık”). Bu cinin görevi her iki odadaki gaz moleküllerini gözlemlemek. A odasından kapıya doğru yüksek bir hızla gelen bir molekül gördüğünde kapıyı açacak ve bu molekülün B odasına girmesini sağlayacak, ardından da kapıyı hemen kapatacak. Aynı şekilde, B odasından kapıya doğru düşük bir hızla gelen molekülü gördüğü anda da kapıyı açacak ve A odasına girmesini sağlayıp hemen kapıyı kapatacak.
Cin, işleme bu şekilde devam edecek ve bütün hızlı moleküllerin B odasına, bütün yavaş moleküllerin A odasına girmesini sağlayacak. Peki, böyle bir durumda zamanla ne olur? B odasında moleküllerin ortalama hızı artar, A odasındaki moleküllerin ise ortalama hızı azalır. Bir molekül ne kadar çok hızlanırsa kinetik enerjisi ve ısısı o kadar çok artar. Termodinamiğin ikinci kanunu; bir sistemin (düzensizlik olan entropisinin) zamanla azalmayacağını belirtir.
Maxwell’in cini
Maxwell “cin”in iki gaz odası arasında bir kapıyı açıp kapatabildiği ve böylece daha sıcak atomların bir yöne ve daha soğuk atomların da diğer tarafa geçmesine izin verdiği bir deneyi önermiştir. Bu düşünce sistemi ikinci yasanın tamamen ihlal edilmesidir. Maxwell’in Cini’nin hiçleştirdiği termodinamik yasa ikinci yasadır.
Ebeveynlerden bir örnek verelim. Bir çocuk için odasını derli toplu tutmak yetişkinleri tarafından çokça kez dillendirilen güçlü bir istektir. Bunu çocuklar pek beceremez, yapmak da istemezler. Sonuçta hep anneler çocuklarının odalarını toplar ve her şey yerli yerine gelir.
Çocuğun okuldan gelişiyle beraber oda tekrar dağılmaya başlar. Bu doğa kuralı gibidir. Başlangıçta düzenli olan oda zaman içerisinde düzensiz bir hal alır. Çünkü entropi ilkesi devrededir ve bu ilke ısı ve sıcaklık gibi kavramların çok daha ötesinde, evrenin tümü için düzensizliğin daima artmasını sağlar. Teknik ifadesiyle, "Bu sistem entropi üretmiyor" gibi görünür.
Sorunun yegâne çözümü, cinimizin, sistemin geri kalanının aksine çok fazla entropi ürettiği sonucuna varmaktır. Bunun bir açıklaması da cinin, tüm moleküllerin hızlarını aklında tutup ortalamanın üzerinde hıza sahip olanlarla diğerlerini ayırt etmeye çalışırken beyninin çok fazla çalıştığı ve bu sırada çok fazla entropi üretimidir.
O kadar fazla ki sonuçta, sistemin bütünü de entropi üretir duruma geliyor. Şunu söylemeliyiz ki Maxwell’in Cini’nin de eninde sonunda entropiye varması, evrende ve görünmeyen âlemlerde, hiçbir varlığın diğer varlığa direkt müdahalede bulunamadığını ispatlar. Yani bu, konumuz açısından aşkın kendiliğinden oluşunun kanıtıdır. Âdeta “zorla güzellik olmaz”dır.
Birinin çabasıyla biri diğerine âşık olmaz. Diğerinin çabasıyla yıkılmak üzere olan bir ilişki toparlanmaz. Her birinin yörüngesi vardır. Bu yörünge, o varlığın alanlarını tayin eder ve ne dışarıdan ne içerden hiçbir şekilde o yörüngeye müdahale olmaz. Olsaydı düzen bozulur, sistem şaşar ve kanunlar hiçe sayılır hatta kâinat alt üst olurdu. Yani aşk dediğimiz olgu yok olurdu.
Evet, şimdi aşk olgusuna dair antropomorfolojik bir açıklama getirip devam edelim. İnsan kendi çevresi ve kendi uyum stratejisine göre bir çiftleşme ve çiftleşme sonrası ebeveyn ilişkisi kurar. Mesela kediler için hayatta kalmaya en uygun çoklu doğum olduğundan, neredeyse dünyadaki kedilerin yüzde 99.9 aynen böyle yapar.
Peki, kedilerin akrabası olan aslanlar? Aslanların hem DNA’ları hem de yaşadıkları çevrenin farklı olması onlarda farklı duygu, düşünce ve davranışların daha avantajlı ve kalıtımsal olmasına sebep olmuştur. Aslanlarda erkek-kadın çiftleşmesi ve çiftleşme sonrası hayat çok belirgin fark gösterir. Burada, birden çok dişi, dominant alfa diyebileceğimiz bir erkekle çiftleşir. O erkeğe çiftleşme sonrası bakım verilir ve dişi aslanlar çocuklarını sürüler halinde büyütür. Kabul, bu, insan türündeki aşka pek benzemiyor.
Fakat yine de dişi aslan ile onu dölleyen baba aslan arasında bir bağ mevcut. Yani görüldüğü gibi birbirleri ile aynı familyada sayılan iki kedi türünün bile yaşadıkları çevre, coğrafya ve genetik mirasları onların kadın-erkek ilişkilerini yani aşk diyebileceğimiz duygu, düşünce ve davranışlarını belirgin bir şekilde değiştirmiştir.
Aşk ve insan
Şimdi gelelim homo sapiensin yani insan türünün aşk olgusuna. Bu olguya geçmeden önce homo sapiensin; çiftleşme, eş seçimi, hamile kalımı, doğumu ve yeni doğan çocuğun bakımının biyolojik yönünü kavrayalım. Çünkü homo sapiensi anlamak istiyorsak önce onun biyolojinin anlamamız lazım.
Homo sapiens, dünyadaki diğer bütün memeliler ile kıyaslandığında son derece zayıf bacaklar, güçsüz kollar ve neredeyse kaçıp tırmanmaktan başka hiçbir savunma mekanizması olmayan yüksek bir primattır. Temel stratejisinde, 50 veya 80 kişilik gruplar şeklinde yaşayan bir memelidir.
Bundan yaklaşık altı milyon yıl önce ayağa kalkmış ve bunu sadece homo sapienste olan bir gen dizilimi sayesinde yapabilmiş. Ayağa kalkabildiği için ellerini kullanmaya başlayıp dünyadaki bütün hayvanların efendisi olmuştur. Bu yüzden Latincede el anlamına gelen “man” kelimesi, “human” yani insan kelimesinin kökenidir. Artık ellerini kullanmaya başlayan insan ateşi ehlileştirilmiş, inşa etmeye başlamış, pişirme teknolojisini geliştirmiş, yazı yazmış, anlayacağınız başka hiçbir hayvanın yapamayacağı şeyleri yapmaya başlamıştır.
Ayağa kalkıp ellerimizi kullanabilmek için iç organlarımız yerçekiminin etkisiyle aşağıya düşmesinler diye leğen kemiklerimiz birbirlerine yaklaşmak zorunda kalmıştır ve bunun bir doğal sebebi olarak ancak küçük bir kafatası hacmiyle doğan (yani bir nevi prematüre doğanlar) hayatta kalabilmiştir. Özetleyecek olursak homo sapiensin yenidoğanı, dünyada yapabilecekleri ile kıyasla en aciz doğan memeli hayvandır. Bu homo sapiensin hem en büyük acizliği ama biraz sonra da anlatacağımız sebeplerden dolayı hem de en büyük marifettir.
Acizliği şuradan gelir; insan yavrusu görmeye, koşmaya, öğrenmeye, yazı yazmaya, avlanmaya yani kendi başına ayakta durmaya diğer bütün memelilere göre çok geç başlar. İşte, aşk dediğimiz olgu burada devreye girer. Bu son derece yetersiz, hiçbir işini göremeyen ancak bir gün büyüdüğü takdirde tüm dünyanın efendisi olabilecek bir beyin kapasitesine sahip homo sapiensin yavrusu, ancak yoğun ebeveyn bakımı dediğimiz çok özel bir işbirliği ile hayatta kalabilecekti.
Bu çok özel ve çok yoğun bebek bakımı dediğimiz şey, yavrunun annesi ve babasının tüm varlığını ortaya koyarak bebeğe bakım vermesi ile gerçekleşir. Yani kedilerdeki gibi vur-kaç olayı homo sapiense uygun değil. Ya da aslanlardaki gibi adam çocuğu yapsın, sonra bütün karıları çocuğa baksın gibi bir hayatta kalma stratejimiz yoktu.
Temel stratejimiz, kadının gebe kalması ile birlikte ona bağlanmış olan erkeğin onu koruması, bakması, doğumunda yanında olması ve doğacak olan bu çocuk 7-8 yaşına gelinceye kadar dişi ve erkeğin birlikte kalması üzerine kurulmuştur. Fakat normal şartlarda ancak birkaç dakikalığına ya da performansa bağlı olarak birkaç saatliğine seks arzusu ile birlikte olmak için tasarlanmış olan bu iki çok farklı varlığın bir arada durması için başka bir şeye ihtiyaç vardır.
Onları birbirine bağımlı yapan, biri olmadan ötekinin olamayacağına dair bir içgörü bozukluğu yaşatan, birbirlerine yoğun ilgi göstermelerini sağlayan, mukayese yapma yeteneklerini azaltan; sadece kişiye odaklanma, sadece onu isteme ve onsuz yaşayamayacağını inanmayı sağlayan bir şeye ihtiyaç var. İşte, aşk dediğimiz şey de aslında homo sapiensin yeni doğan yavruyu birlikte yetiştirme politikasının doğa tarafından garantiye alınmasıdır.
Aşk ferman dinlemiyor
Bu durum, biyolojimize o kadar derin işlenmiştir ki hiçbir insan kurgusu, hiçbir insan uydurması ya da yasa bunun önünde durmamıştır. “Aşk ferman dinlemiyor” sözünün davranışsal sinir bilimi açısından açıklanması budur. Bu bahsettiğimiz aşk, kaynaklarda romantik aşk olarak geçip beyindeki çok özel bazı bölgelerin (kişilerin çok da tercih haklarının olmadığı şekilde) değişmesi ile gerçekleşir, buna ileriki bölümlerde değineceğiz.
Davranış sinirbilim bakımından beynimizde gerçekleşen bu değişiklikler önce duygumuzu, sonra düşüncemizi, en son da davranışlarımızı şekillendirir. Bu bağlamda aşkı antrepo morfolojik ve sinirbilim temelli açıklamak gerekirse şöyle demek yanlış olmayacaktır: Homo sapiensin yeni doğan yavrusu, biyolojik yapısından dolayı, yoğun ebeveyn bakımına en çok ihtiyaç duyan yüksek kortikalli bir memelidir.
Bebeğin bakımı için çocuğu oluşturan annenin, babanın hatta bazen annelerin ve babaların sosyal hukuki yaptırımlar yüzünden bir arada kalması asla yeterli gelmez; mutlaka bağımlılık, alışkanlık, obsesyon, mantıksızlık, aşırı bağlanma, yoğun bir sevgi ve ilgi gerektiren adına “aşk” diyebileceğimiz bir duygu, düşünce ve davranış paketine ihtiyaç vardır. Bu beyinsel örgütlenmeyi yapabilen atalarımız, çocuklarına daha yoğun bakım verebilmiş ve onların hayatta olmasını sağlamış.
Altı milyon yıl içerisinde çocuk yapma ve yetiştirme stratejisi bu şekilde olan insanların sayısı neredeyse yüzde 90’dan fazladır. İhtiyaçtan doğan bu aşkın ömrü yedi sekiz-yıl kadardır, ancak modern çağda doğan çocuğun bağımsızlık süresinin 7-8 yıldan 20-25 yılan çıkmasına uyum sağlayabilen beyinlerimizin aşkın süresini de uzattığı gösterilmiştir.
Girişin sonuna gelirken, insanları bir arada tutan tek köprünün aşk olmadığı, cinsel arzu ve yüksek kortikal bağlanmanın da çok güçlü birer bağ oldu hatırlanmalı ve birbirlerinden farkları bilinmeli. Cinsel anlamda dürtüsel bağlanma, limbik sistemin bir bulgusu olup temelinde şehvetin, arzunun, elde etmenin, haz almanın ve sonrasında da soğumanın olduğu bir bağlanma şeklidir. Bu konulardaki çalışmaların duayeni sayılan Helen Fisher’in de dediği gibi; sizi seks için reddeden birisinden dolayı intihar etmezsiniz, ama aşk böyle değildir...
İnsanın ve aşkın temelinde bağımlılık, obsesyon ve mantıktan yoksunluk yatar. Evladın uzun süre hayatta kalması içindir her şey. Yüksek kortikal bağlanmanın temelinde ise ahlak, erdem, değer, sahiplenme, emek paylaşım gibi son derece soyut olgular yatar. Bu tarz bir bağlanma, insanda görülen ve görüldüğü takdirde de aşkın bitmiş olmasına rağmen birlikteliğin devam etmesini sağlayan çok özel ve zor elde edilen, belki de bağlanmalar arasında en insansı olandır.
Varlığın; ihtiyaçlarından doğan istek ve arzu ile hareket etmesi, kanunlara uyması, ilahi irade prensiplerine göre hareket etmesi, aykırı bir durum oluşturmaması manasını taşır. Kâinatta hiçbir şey düzensiz ve başıboş değildir. Her şey belli düzen ve kaidelerle bir arada varlığını sürdürmektedir. Bir yerde herhangi bir düzensizlik olsa bile, derhal başka bir noktada onu düzenleyecek bir sistem devreye girmektedir. İlahi irade kanunları ve prensipleri yöntemlerden, edepten ve adaptan oluşmaktadır. Her birinin bütünlüğü bu manayı ifade eder.
Ancak beşer yani dünya insanı bu yasaları ihlal ettiği müddetçe düzenin sağlanması için birtakım düzenlemeler yapılır. Dünya kendi düzenini sağlamak amacı ile fiziki bazı oluşumlar içerisine girer. Kendini yeniler ve düzenler. Bu bir ceza değil, tabiat kanunlarının adabından kaynaklanmaktadır. Aynı şekilde insanoğlu da bu adap ve edebe tabidir ancak ihlal etmektedir. Çağlar boyunca yok olmuş kavimler ve insan toplulukları olmuştur. İşte, bu topluluklar ihtiyaca uygun hareket etmediği ve yöntemi bozdukları, ilahi sisteme aykırı düzende oldukları için kendi kendilerini yok etmişlerdir.
Hiyerarşik düzende her varlık sisteminin, mikro varlık insandan makro varlık dünya topluluğu insan gruplarına kadar, bu edebe uygun hareket etmesi gerekir. Her insanın üzerine düşen görevi yerine getirmesi ve vazifesini mümkün mertebe en iyi şekilde yapması gerekmektedir. Bu da o insanın hayat planına uygun hareket etmesi manasını taşır. Ancak yaşamı boyunca hayat planını uygulayamadığı durumlarda başka prensipler devreye girer ve kişi bu tesirlerle yönlendirilir.