Hiç kalbinizi ellediler mi?

İş insanları! Yöneticiler! İşte size sağlığın en büyük servet olduğunu hatırlatacak çarpıcı bir öykü

YAYINLAMA
GÜNCELLEME

YAZI DİZİSİ 1 / ALAATTİN AKTAŞ

Türkiye'de kalp damar hastalıkları, ölüm nedenleri arasında yüzde 43'lük oranla ilk sırada yer alıyor. Türkiye'de 2 milyon kalp hastası var ve her yıl 130 bin kişi bu yüzden hayatını kaybediyor.

Bu 2 milyon kişiden biri de benim. Dört buçuk yıl önce bypass ameliyatı oldum. Aslında artık bypass ameliyatları sıradan sayılabilecek operasyonlar. Ama, benim durumum biraz farklıydı. Ameliyat öncesinde yapılan anjiyoda ortaya çıkan alerjik reaksiyon, ameliyatı çok riskli hale soktu. Benim, "ana fil aksi" diye sevimli hale getirmeye çalıştığım bu alerjik reaksiyonun adı, anafilaksi. Öyle ki, anafilakside tüm alerjik reaksiyonların sanki hepsi bir araya geliyor. Anafilaktik şok, çok tehlikeli ve çoğu kez ölümcül olabiliyor.

İşte yıllar önce başlayan kalp rahatsızlığım anafilaksi şokuyla yeni bir boyut kazandı, ardından da bypass geldi. Yaşadıklarımı, zaman içinde unuturum düşüncesiyle yazmaya başladım. Özellikle de anafilaksi şoku sürecinde yaşadıklarım çok sıra dışıydı. Yazdıkça, "bunlar neden küçük bir anı kitabı olmasın" düşüncesi oluştu. Ve ortaya "Hiç Kalbinizi Ellediler mi" adını verdiğim kitap çıktı. Kitabımın özetini de Dünya okurlarıyla paylaşmak istedim…

Bir anjiyonun yaptığı…

O an, galiba gidip geldiğim andı; ya da bir uçurumun kenarında düşüp düşmemek arasında yalpaladığım anın başlangıcıydı. Hani zaman zaman denir ya, "ölüyorum sandım" diye, işte öyleydi. Ama peşinen söylemem gerek; ne beyaz parlak bir ışık gördüm, ne karanlık bir tünel, ne de geçmiş hayatım bir film şeridi gibi geçti gözümün önünden. Demek ki o noktaya pek de yaklaşmamışım, kim bilir. Bunları gördüğünü, yaşadığını söyleyenler acaba gerçekten daha büyük hayati bir risk eşiğine mi geliyorlar, bilmiyorum.  

Tarih 9 Kasım 2005, günlerden çarşambaydı. Topu topu on-on beş dakika sürecek bir uygulama için Ankara'da Yüksek İhtisas Hastanesi'ndeydim. Kolumda damar yolu açılmış durumda sıranın bana gelmesini bekliyordum. Koldan ilaç verilecek, bilgisayarlı tomografiyle kalbin bir çeşit filmi çekilecek, yani anjiyo yapılacak ve çok kısa sürede işlem bitecekti. Bu uygulama, kasıktan yapılan anjiyoyla kıyaslanmayacak kadar zahmetsizdi hasta için. Ne kanama vardı, ne hastanede yatmak gerekiyordu. Benden önce girenler basit bir iğne vurulmuş gibi çıkıp gidiyorlardı. Zaten normali de buydu. Bir ara kapı açıldığında görmüştüm; işlemin yapılacağı cihaz manyetik rezonans (MR) görüntüleme cihazına benziyordu. Sıra beklerken görevlilerden de biraz bilgi almıştım. Kalbin üstüne getirilen cihaz sayesinde görüntü alınıyor, daha sonra bu görüntü bilgisayarda üç boyutlu hale dönüştürülerek damarlarda tıkanıklık olup olmadığı ortaya konuluyordu. Yani görünürde hiç sorun yaratmayacak basit bir işlemdi. Üstelik ben bu tür tetkikler konusunda deneyimli de sayılırdım, daha önce dört kez anjiyo olmuştum, onlar kasıktan atardamara girilerek yapıldığı için can yakıyordu, hem de daha sonra saatlerce sırt üstü ve kasıkta kum torbasıyla yatmak zorunda kalınıyordu. Oysa bu kez koldan ilaç verilecek, bilgisayarlı tomografiyle kalbimin filmi çekilecek ve en fazla on beş dakika sonra da giyinip gidecektim.

Yani ben öyle olacağını sanıyordum.

Sıra bana geldi, belden yukarısı çıplak halde tomografi cihazına uzandım. Ağzımda oksijen maskesi vardı. Uygulamanın yapılabilmesi için nabzın çok yüksek olmaması gerekiyordu ve görevliler hep sakin olmamı söylüyorlardı. Onlar bunu söyledikçe nabız daha da yükseliyordu işte. Ama nabzım sonunda anlaşılan normal düzeye geldi ki uygulama başlatıldı.

Kolumda daha önce açtıkları damar yoluna bir ilaç verdiler. İlaç verildikten çok kısa bir süre sonra, belki henüz saniyeler geçmişti, kendimi çok tuhaf hissetmeye başladım. Sanki içimde bir ateş yakılmıştı, bir patlama olmuştu ve bu ateş dışarı doğru hızla yayılıyordu.

Hani ateşiniz çok yükselir, çok kötü olursunuz; ama bu saatler içinde gelişir ya. İşte saatlere sığan ateş yükselmesinin ve tüm vücudunuzun kavrulmasının saniyeler içinde gerçekleştiğini, her yerinizin kızardığını ve şiştiğini düşünün. Şişlik ve kızarıklık, daha sonra öğrendiğim gerçeklerdi; o aşamada bunların farkında değildim, ben yalnızca yanıyordum.

Tomografi çekilen birimde bir hareketlilik oldu. Bir görevli, "Herhangi bir şeye karşı alerjiniz var mı" diye sordu telaşla.

- Hayır.

- Rahat nefes alabiliyor musunuz?

- Evet.

Meğer pek rahat nefes alamıyormuşum, ama bunun farkında değildim.

Koşuşturma sürüyordu.

- Daha fazla oksijen verin.

- Acil servise mi götürelim, yoğun bakıma mı?

Bu sözü duyunca şaşırdım, korktum da.

- Ne oldu ki beni acil servise veya yoğun bakıma götüreceksiniz?

Yanıt veren olmadı. Belki oldu da ben fark etmedim. Herkes koşuşturuyordu.

- Dilaltı vermek gerekir, dilaltı bulun.

- Daha fazla oksijen verin.

- Rahat nefes alabiliyor musunuz?

- Dilaltı nerede?

Yoktu, dilaltı bulamıyorlardı. Kalbimle ilgili bir sorun mu vardı acaba? Kalp krizi mi geçiriyordum?  Bilmiyordum ki kalp krizinin nasıl bir şey olduğunu; teorik olarak biliyordum da, yaşamamış, hiç kriz geçirmemiştim ki… Ama en azından göğsümde kriz belirtisi sayılabilecek bir ağrı hissetmiyordum. Kalbimde bir sorun olduğunda, göğüs ağrısı hissederdim hep ama şimdi öyle bir durum yoktu. Ya da aslında vardı da vücudumu kasıp kavuran o ateş yüzünden ağrı ikinci planda kalmıştı ve hissetmiyor muydum acaba. Hiçbir şeyden emin olamıyordum ki. Ama dilaltı aradıklarına göre, bir bildikleri olmalıydı. 

Kalbinden rahatsız olan çoğu kişi gibi ben de yanımda dilaltı bulundururdum.

- Bende var, cüzdanımda!

- Cüzdanınız nerede?

- Gömleğimin cebinde!

Her yerim alev alev yanıyordu. Göğsümde de o tanıdık ağrı başlamıştı hafiften. Belki gerçekten bir ağrı yoktu da bana öyle geliyordu. Başım dönüyor muydu, yoksa ben mi öyle hissediyordum, ondan da emin değildim. Tavan bembeyazdı ve tabaka tabaka bir yalıtım malzemesiyle kaplanmıştı. Gözüm tabakalardan birine takıldı bir süre; birkaç saniye mi geçti, yoksa daha uzun bir süre mi, hiç anımsamıyorum. Ama baktıkça hipnotize oluyormuşum gibi hissettim, gözümü kaçırmaya çalıştım.

Bir görevli cüzdanımda dilaltı arıyordu, ama belli ki o da panik içindeydi ve bulamıyordu.

- Verin cüzdanımı bana.

Dilaltının yerini gösterdim, şeffaf bir bölümdeydi. Plastik bölme sürekli kullanılmadığı için yapışır gibi olmuştu, görevli dilaltını çıkaramıyordu. Birkaç saniye, sanki çok uzun bir süre gibi geldi.

- Yırtıp çıkartsanıza!

Dilaltını verdiler.

Göğsümdeki ağrı giderek belirginleşiyordu. Bu ağrıyı biliyordum, kalbimle ilgili bir sıkıntıyı gösteriyordu. Ağrı bir süre sonra sırtıma da vurmaya başladı. Yokuş yukarı ya da hızlı yürüdüğümde hep duyduğum o ağrı. Dilaltı verilince ağrının hafifleyeceğini umuyordum, ama pek bir değişiklik olmadı. Ya panikten öyle hissediyordum ya da gerçekten ağrı azalmıyor, aksine giderek artıyordu. Vücudum da alev alev yanmaya devam ediyordu.

Ne olduğunu anlamaya çalışıyordum, sorulardan ve duyup anlayabildiğim bilgi kırıntılarından çıkardığım anjiyo için verilen ilacın beni şoka soktuğuydu. Oysa bu ilaç ilk kez verilmiyordu ki bana. Daha önce de dört kez anjiyo olmuştum ve hiç sorun yaşamamıştım.

Yanımdakilerin sayısı giderek artıyordu. Başucumda bir doktor gördüm.

- Kardiyolog musunuz? 

- Hayır anestezi uzmanıyım.

- Bana Fehmi'yi (*) çağırır mısınız?

Tansiyonumun çok düştüğünü konuşuyorlardı. Yıllarca tansiyonumu düşürmek için uğraşan ben, bunu bir anda, ama dramatik bir şekilde gerçekleştirmiştim adeta. Tansiyonum hayati tehlike yaratacak kadar düşmüşe benziyordu.

 Fehmi'nin sesini duymak biraz rahatlattı beni; başucumdaydı. "Fehmi çok kötüyüm" dedim, "Göğsüm ve sırtım ağrıyor, kendimi kötü hissediyorum".

Fehmi o an bana bir şeyler söyledi ama ne söylediğini hiç anımsamıyorum. Konuşmakta güçlük çekiyordum, sanki dilim ve dudaklarım şişmişti. Meğerse gerçekten şişmiş, daha sonra öğrenecektim bunu.

"Yoğun bakıma götürelim" dedi bir ses. Kimdi emin değilim. Sonra anladım, Fehmi'ydi bunu söyleyen

- Ben yoğun bakımı ayarlayıp geliyorum.

Belli ki kritik bir durum vardı ve yoğun bakıma götürülecektim. Yoğun bakım… Ben hayatımda daha önce hastaneye yatmış bile sayılmazdım, şimdi ise yoğun bakıma alınıyordum. Durum çok ciddi olmalıydı; hayati bir tehlike mi vardı acaba?

Sürekli daha fazla oksijen verilmesi gerekliliği konuşuluyordu. Yoğun bakıma götürülürken oksijen takviyesini kesmek istemiyorlardı ama oraya kadar oksijen tüpüyle götürmeleri de mümkün görünmüyordu anlaşılan. Masaya yatarken oksijen tüpü dikkatimi çekmişti, en az bir buçuk metre boyundaydı ve taşınır şekilde dizayn edilmemişti. Üstelik sonradan öğrendiğime göre, bilgisayarlı tomografik anjiyo uygulamasının yapıldığı yerle yoğun bakım birbirinden uzak sayılabilecek ünitelerdi. Yani yoğun bakım yoluna oksijen takviyesi olmaksızın çıkacaktım. Ama o an için benim açımdan sorun zaten oksijen değildi ki. Ben yanıyordum, vücudumun her yerinden sanki alevler fışkırıyordu.

Tomografi cihazının yanına tekerlekli bir sedye getirildi. Kollarım ve bacaklarımdan tutarak karga tulumba tekerlekli sedyeye aktardılar.

(*) Doç. Dr. Fehmi Katırcıoğlu. Ameliyatımı da gerçekleştiren arkadaşım.

Alaattin AKTAŞ:Hiç kalbinizi ellediler mi? 1

Hiç kalbinizi ellediler mi? 3

Alaattin AKTAŞ:Hiç kalbinizi ellediler mi? 4

Alaattin AKTAŞ:Hiç kalbinizi ellediler mi? 5