Değerler, beklentiler ve davranışlar değişiyor

Rüştü BOZKURT
Rüştü BOZKURT BUZDAĞININ DİBİ rustu.bozkurt@dunya.com

Osmanlı İmparatorluğu'nun en uzun yüzyılında sürekli toprak yitiriliyordu. Bizim köyü oluşturan insanlar 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı yenilgisinin ardından göç eden insanlardı. Göç ettikleri köy de kırk yıl kadar Rusya'nın denetiminde kaldı. Osmanlı İmparatorluğu'nun kayıpları  hızlanmış, Balkan Savaşları, Osmanlı-Rus Savaşları, Çanakkale Savaşları ve Kurtuluş Savaşı büyük insan kayıplarına neden olmuştu. Bizim köyde gidip dönmeyenlere ilişkin her ailenin kendine özgü bir hikayesi vardı.

Köyde yaşayan insanların düşünce ve davranışları lisede okurken ilgi alanımdaydı. Köyde tek tek ailelerin bir listesini yapmış, ailelerin köy halkının zihninde yarattıkları imajla inanç ve davranışlar arasında bağlantıları saptamaya uğraşmıştım.

Bir Fransız aydınının, "İnsan kendi köyünde peygamber olamaz" dediğini okumuştum. Babama o sözü aktardığımda, çok daha güzel bir halk sözü aktardı bana: "Ev danasından öküz olmaz!" dedi. Babamın da telkinleriyle köy, köy yaşamı, köyle ilgili beklentilerimi iyice azaltmıştım.

"Tombul" ve "Kırca"  adını verdiğimiz, kendi evimizde yetiştirdiğimiz, çift sürmeden sap çekmeye, köyün her işine koştuğumuz bir çift öküzümüz vardı. En az on yıl kadar onlardan yararlandık. Satın aldığımız daha güçsüz mandalara "öküz" denirdi de o iki güçlü manda hep "balaklar" diye anılırdı. Otlattığım, derelerde yıkadığım, içten içe büyük sevgi beslediğim o iki hayvanın değerlerini evden uzaklaştığımda daha iyi anladım. O iki hayvanın yaşlandığında pastırmalık için satıldıklarını öğrendiğimde, insanların vefasızlığına yordum. Bir inceleme yazısında okuduğum, "köylüler işine yarayan her bitkiye bir ad vermiştir de meyvesi olmayan ne işe yarıklarını kavramadığı onlarca ağaç  türüne 'çalılık' demiştir" sözünü uzun zaman kullandım.

"Heykeller yanına yaklaştıkça büyür; insanlar yanına yaklaştıkça küçülür" özdeyişini öğrendiğimde, "Balaklar" başlıklı bir öykü yazdım: Yerel gazetede yayınladığımı anımsıyorum, ama arşivimde o öyküyü bulamadım. Öykünün merkez düşüncesi, insanların erişebildiğini küçümseme eğilimiydi. İnsanlarla anlamlı sosyal ilişkiler kurabilirdik, ama sosyal mesafeleri çok sıkılaştıran ilişkiler çatışmalar artardı. Köylüler, günlük olarak birbirlerini sürekli gözaltında tutuyordu. Biri diğerinden daha farklı olabileceği bir davranışa yöneldiğinde kıskanılıyordu.

Dinci algının yaygınlığı

Köyümüzde üretim çeşitlendirme, ürün desenini değiştirme, gelir artırma gibi konuların çok gerilerde kalması, inanç üzerine söylemin hurafelere dayalı olmasını anlamlandıramazdım. Aklına güvendiğim insanlara sorarak bir açıklama yapabilmeyi düşündüm.

Arap ülkelerinde görev yapmış bir emekli askere zihnimde beliren soruları yönelttim. İlginç bir açıklama yaptı: "Sizin köy Artvin'den göç etti. Çoğunluğu, etnik olarak kendini Gürcü hissediyor, ama bulunduğu ortama onu tutunduran bir kimlik ögesi değil. Kendi içlerinde Gürcü olmak bir arada tutunmayı sağlayabilir, ama hemen dört kilometre öteki herkes, egemen kimlikle barışık olmak zorunda. Egemen kimlik ile sizin köyün halkının ortak değeri, inançlarıdır. Zaten göç etmelerini motive eden de ortak inanca sahip bir bölgeye itmelerini sağlamıştır. İnanç bakımından çevredeki insanlara daha baskın olmak durumundalar. Hurafe de olsa, inancın temel ilkelerine aykırı düşse de tutunacakları başka değer olmadığı için ona aşırı değer yüklemek zorundalar" dedi. Doğrusu ne demek istediğini anlamadım. Lisenin karşısında  kırtasiye dükkanı olan Burhan Cahit Büyükispir'e cümle cümle yorumunu yaptırdım. Belki bugün anladığım değerleri yüklemedim, ama zihnimde köylülük ve inanç bağlantısı hakkında bir çizgi oluştu.

Lise son sınıftayken Ankara'da önde gelen öğrenci liderlerinden Artvin'deki  köyümüzden Cafer Gümüş'le tanışmış, onun çevresindeki insanlara köyümüzde inançlarda hurafe olarak gördüğüm anlatımları aktararak neden böyle bir eğilimin ortaya çıktığını öğrenmeye çabalamıştım. Üniversite çevrelerinden birçok akademisyenin açıklamalarını net olarak anlamasam da politikacıların doğuştan kazanılan değerlere ya da projelere odaklı olduğunu anlamıştım. O günlerden bugünlere  proje-odaklı düşünmeyi, iş yapmayı bir ilke haline getirdim; zaman zaman bu ilkenin bir fetiş haline gelmemesi için de değişik açılardan değerlendirmeler yaptım.

Etnik kimlik yerine, ortak inanç kimliğine dayalı iseniz,üstelik azınlık bir kesimdenseniz, inancınızı öne çıkarmanız doğaldı. Köyümüzde, bugün "dindar değil dinci algı" diye nitelediğim tutumu bu açıdan açıklayabilmem epey uzun zaman aldı. Derinlik bilgisi olmadan bir inancı benimsiyorsanız; orada hurafenin, sığlığın ve işlevsizliğin etkileri artar; kolaycı suçlamalar öne çıkar.

Bugün inanç sistemlerine ilişkin açıklama yapan bilginlerin dedikleri ile kırsal kesimdeki inanç sistemi arasında bağ kurmak alabildiğine zorlaşır. Toplumumuzun hızla kentlileştiğini, inanç sisteminin kent ihtiyaçlarına göre donatılması gerektiğini savunan bilim insanlarına katılıyorum.

Bir dizi sosyal gelişme köyümüzde "dindarlık yerine dincilik eğilimini" güçlendirdi: Demokrat Parti Cumhuriyet Dönemi yöneticilerinin aldığı kararlardan geri dönüyordu: Ezan, Türkçe yerine Arapça okunuyordu. Din odaklı topluluklar artmıştı. Köyümüzden çok sayıda yaşıtımız İstanbul'da Gönenli Mehmet Efendi'nin himayesinde din eğitimi alıyordu. Bizler laik ortaokul, öğretmen okulu ve liselere gittiğimizde geleneksel din eğitimi alanlar yaşıtlarımız da İmam Hatiplere oradan da İlahiyat Fakültelerine geçiş yaptı.

Sol söylemi benimser, egemen anlayışlara aykırı düşünceler taşırsanız, sürekli savunma içinde olan köy insanına gerçekliğinizi anlatmanız zordur. Büyük kitlelerin dümen suyunda gitme yerine onlara geleceğin değerlerini aktarmak isteyenler her zaman zorluklarla karşılaşmayı göze almalıdır. Bugün, ülkemizin temel sorunlarından birinin politik söylemin doğuştan kazanılan değerleri geride bırakıp proje-odaklı söyleme dönüşememiş olmasına bağlıyorum.

Kitlenin algısından farklı anlayışları benimsemiş olmam, köyle  keskin biçimde kopuşu da beraberinde getirdi. Kopuşta  babamın çocukluktan beri telkin ettiği düşüncelerin etkisi de oldu. Babam yaşam zenginliğinin kentlerde olduğunu kavramış, kentte yaşamayı bir düş haline getirmişti. Asıl etki, okul yıllarında ürettiğim varsayımlar, o varsayımlara  dayalı zihni modellerin gerçekliği ile köy gerçekliğinin çelişmesiydi. Kendimi  haklı, başkalarını haksız görmenin erdem olmadığını biliyordum; hayatın akışını bulandırmamak için de gözlem yapabilecek insanların düşüncelerini öğrenerek kendi düşündüklerimi test etmek istiyordum.

Şavşat'in Çağlayan  köyü doğumlu olan, Akyazı'da doktorluk yapan Zekerya Özcan, Niksar'daki  köyümüzde akrabalarını ziyarete gidecekti. Kendisinden gözlemler yapmasını ve paylaşmasını istedim. Dönüşünde uğradığımda, "Ben 1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı sonrası göç eden çok sayıda köy biliyor ve o köylerin insanını tanıyorum. Sizin köyde garip, sığ, birbirlerine olan ilişkilerde ve dışarıdaki insanlarla ilişkilerinde kavrayamadığım bir yan gözlemledim" dedi. Bu değerlendirmeden  kendimi haklı çıkararak rahatlama yerine, neden böylesi bir sonuç ortaya çıktığını, eksikliğimizin ne olduğunu sorgulamaya başladım; bugün de sorguluyorum.

Hayat bana,  insanları ön yargılara, yerleşik doğrulara, kalıp düşüncelere, kör inançlara ve ezberlere iten, gelenek taassubuna götüren bir dizi sosyo-ekonomik etkenin olduğunu öğretti. Benim boyumu çok aştığını bildiğimden, köyümüz insanlarının inanç, düşünce, tutum ve davranışlarını işinin ehli bir sosyoloğun incelemesi gerektiğini; böylesi saha araştırmalarının "hatırlama kültürünü" yerli yerine oturtabileceğini düşünürüm.

İnsanların tutum ve davranışlarında gözlediklerimizin dörtte birini genetik özellikler; diğer dörtte üçünü ise içinde bulundukları kültürel ortamın öğrettikleri belirler.

Geleceğin dünyasına, insanımızı, inanç ve düşünce özgürlüklerini dengeleyecek donanımla taşımak gerekir. İnsanımızı asıl yürekten sevmek de tam da bu konularla ilgilenmek ve üstlerine gitmektir. Üretmeden, değer katmadan, psikolojik bilinç dengelerinin kurulmasına yardımcı olmadan  "köyü, köyün insanını seviyorum" diye yalancı pehlivanlar gibi ortada dolaşmak, "sahte göz yaşları" akıtmak  anlamlı da değildir; değerli de değildir; köye, köylüye, insanlığa hiçbir katkısı da olmaz.

Aklıma takılan göç

Lisede okurken, daha sonra Bursa'da Eğitim Enstitüsü yıllarında köydeki yaşantımız, köy insanının değerleri, inançları, düşünce ve davranışlarında gördüğüm eksiklik ya da aykırılıkları değişik yönleriyle açıklamaya çalışırdım. Bir ara köyde yaşayanların atalarının 1877'de Artvin köylerinden göç ettiğini, göçün insanların algıları üzerine olumlu etkiler kadar olumsuz etkilerinin de olacağını düşünerek üzerine gitmek istedim.

İlk göç yaşanalı seksen yıl olmuştu, ama köy yaşantısında çevre köylerden kendilerini farklı gören, çevreyi ötekileştirilen bir anlayış egemendi. Bu düşüncenin, köklerinden kopmakla ilgili olduğunu, bunun sığ, anlamsız ve kuru bir gurur üzerine kurulduğunu düşünür; göçmenliğin üretkenlikleri tetikleyen pozitif etkilerini köy halkının neden yitirdiğinin yanıtlarını bulmaya uğraşırdım. Üretim sistemlerinde çeşitlilik, insanlar arasında rekabet artıkça göçmenlik girişimciliği besleyen kaynaklardan biridir. Bizim köye göç edenler de başlangıçta kendilerini kabul ettirmek için sınırlı da olsa yörenin üretimine asılmış, Niksar Ovası'nda Komuşluk, Yaylacık  Dağları'nda  hem obanın kurulduğu yeri hem de öküz yatağını satın almıştı.

Eğitim Enstitüsü'nü bitirip öğretmenliğe başladığımda asıl büyük göç yaşandı. Bir önceki göç,  düşman korkusundan beslenmişti, yeni göç tam bir ekmek kavgasıydı. Herkes geçimini sağlayacağı bir  iş, barınabileceği bir konut sahibi olma sevdasının peşine düşmüştü.

Almanya'ya giden çok sayıdaki insanın göçüyle birlikte köyümüzde hızla  Ankara, Turhal, Gebze, Eskişehir, Gemlik ve Çeşme'ye taşındı.

Göçün bir yere yönelmesi için ilk göçenler önemliydi. Arkasından gelenler bir tutunma noktası buluyordu; orada marjinal  işlerden örgütlü işlere geçerek ülkenin orta sınıfına katılıyordu. Başlangıçta zihnen orta sınıf değerlerini benimsemeseler de zaman içinde zihinsel kavrayış da orta sınıf değer ve beklentilerine uyum gösteriyordu.

Köyümüzden göçleri tetikleyen kent yaşamının cazibesinden çok, inşaat işçiliği gibi marjinal işlerin getirisinin bile köy toprağından elde edilen getiriden fazla olması vardı. Bir inşaat işçisinin mevsimlik çalışmasında aldığı ücret, köyde  ileri gelen ailenin kazandığından daha fazlaydı.

Sarıyar Barajı ve Ankara Emek Otel inşaatında çalışanlardan, özellikle otelde kadrolu işlere geçiş yapılması da marjinal işlerden örgütlü işlere geçme umudunu besledi.

Eskişehir'de öğretmen olduğumda 1960'lı yılların ilk yarısında önce ailemi taşındım. Ardından teyzem ve eşi, derken diğer yakınlarımız; neredeyse küçük bir köy oluşturacak kadar aile Eskişehir ve Bozüyük'te yerleşti.

İnsanlar bulundukları yerde geçimlerini sağlayamıyorsa göç ederler. Bu konuda her zaman bir Artvin sözünü anımsarım: "Ben babamdan öğüt aldım/ Bir taş ile duvar olmaz/Bir yerdeki geçim olmaz/Göç et oradan hiç durulmaz"

Ülkemizde kentsel yaşamın derinleşme süreci geçiş dönemini bu aşamada tamamlanmadı. Geçiş dönemlerinin temel özelliği, bir önceki değerler sistemi ve kaynaklar bileşeninin oluşturduğu meşrulaştırıcı standartların yitirilmesidir. Geçiş dönemlerinde insanlar aşırı ya da noksan değerlendirmelere dayanan davranışları olur. Ne gelenek geçerlidir ne de kurumsal ikincil ilişkiler. Kasaba kültürü diye tanımlanan bu ilişkiler toplumsal yaşamın dayandığı güven kültürünü aşındırır.

Geçiş dönemleri, bulanmadan akmayı zorlaştırır. Artvin'deki köylerde aynı ailelerdeki davranışlarda yerleşik toplum özellikleri gözlenirken, göç yaşayan bizim köyün insanında değer, beklenti ve davranış biçimleri farklılaşmıştı. Şimdi  çok farklı bir yerleşim alanında, çok farklı insanlarla  karşılıklı bağımlılık ilişkilerinde insanların başkalarıyla sosyal mesafelerini nasıl ayarlayabildiklerini gözleyebiliyorum.

 


 

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar