Devlete ne kadar fatura çıkacak?

Tuğrul BELLİ
Tuğrul BELLİ GÜNDEM tugrulbelli@gmail.com

İşin iyi tarafından bakarsak, yıllar içinde bütçe açıkları ve kamunun borçluluk oranlarının “nisbeten” düşük tutulmuş olması bize bu kriz döneminde belirli bir tampon, bir mali alan (fiscal space) sağlamış gözüküyor. Sene sonu itibarıyle merkezi hükümetin iç ve dış borçlarının toplamının milli gelire oranı yüzde 30’un altında. Dün açıklanan 12 aylık bütçe nakit gelişmelerine göre ise 2018’de 70.4 milyar TL açık vermiş durumdayız. Bu da yaklaşık olarak milli gelirin yüzde 1.9’una denk gelmekte. Hüküm süren şartlar altında 2 oran için de oldukça iyi denilebilir. Ancak bu noktada bir şerh de koymak gerekiyor: Bu sene gelirler tarafında toplamda 20 milyar TL’nin üzerinde tek seferlik gelir yapı kayıt belgesi harçları ve bedelli askerlik ödemelerinden gelmiş durumda. 2019’da böyle bir ek gelir olmayacak.

Ancak şimdiden 2019 için 20 milyar TL kadar başka bir ek gelir müjdesi de var: Merkez Bankası’nın 38 milyara ulaştığı tahmin edilen 2018 kârının bir miktarının Nisan’daki Genel Kurul beklenmeden Hazine’ye devredilmesi. (Tabii, esasen Merkez Bankası’nın geçen sene elde ettiği bu anormal yüksek kâr, toplumun diğer kesimlerinin de zararı anlamına geliyor!) Ancak bu ek gelire rağmen YEP’te 2019 için hedeflenen yüzde 1.8 bütçe açığına ulaşılmasının çok zor olduğu inancındayım. (Bu sene sonu gerçekleşmesine göre bütçe giderlerinin yüzde 15, gelirlerinin ise yüzde 17 artırılması hedefleniyor.)

Ben Türkiye ekonomisinin bugünkü durumunu biraz 1994-2001 yılları arasındaki döneme benzetiyorum. 1994’de bütçe açığındaki artışla birlikte faizler artmış, zamanın başbakanının dahiyane tutumuyla bu artışlar piyasa dışı yöntemlerle bastırılmaya çalışılmış, bunun neticesinde bir döviz krizine girilmiş, bazı yabancı bankalar ciddi zarar yazmak durumunda kalmış, daha Türkiye’yi yeni yeni değerlendirmeye başlamış olan rating kuruluşlarının da hızla notumuzu yatırım yapılabilir seviyesinin altına indirmesiyle yabancı para akımları durmuş ve nihayetinde de 1999 yılında İMF’yi çağırmak zorunda kalmıştık.

Tabii ki, o dönemle bugün arasında ciddi farklılıklar var. Bir defa rakamlar (milli hasıla, dış ticaret hacmi, uluslararası yatırım pozisyonu vs.) çok daha büyümüş vaziyette. Bankacılık sektörünün ise o güne göre riskleri çok daha kontrol altında. Bankalarda artan bir TGA problemi olsa bile, o günkü seviyelerde değil. Ancak bazı başka riskler de yok değil. O gün açık pozisyon nedeniyle pek çok bankanın canı yanmıştı. Bugün görünürde açık pozisyon olmamakla birlikte kredi verilen şirketlerin açık pozisyonları nedeniyle endirekt de olsa benzer bir risk söz konusu. Ayrıca, yurtdışı borçlanma imkanlarının azalmış olması ve artan donuk alacaklar “taze kredi” kaynaklarını kurutmuş vaziyette. Bir de şunu unutmayalım ki 2001 yılındaki bankacılık kesimi yeniden yapılandırma sürecinde her ne kadar manşetleri batan özel bankalar kaplamışsa da, asıl yük “kamu bankalarının görev zararları”ndan kaynaklanmıştı. (Devlete olan maliyet kamu bankaları için 21.9 milyar dolar, TMSF’ye devredilen özel bankalar için 17.3 milyar dolar olmuştu.)

Bugün de giderek artan bir şekilde kamu bankaları ve diğer devlet kuruluşları görev zararlarını büyütecek bir şekilde çalıştırılıyor. Futbol kulüplerinin kurtarılmasından tutun da kredi kartı borçlarının yeniden yapılandırılması gibi her gün kamu bankalarına daha çok yük getirecek bir “paket” açıklanmakta. (Bugün ise paket açıklama sırası KOBİ’lerde olacak!) Bunların oluşturduğu görev zararlarının ne bugünkü yekununu tam olarak bilmek, ne de gelecekte ulaşılacak azami zarar miktarını tahmin etmek oldukça zor doğrusu.

Biliyorum başlıkta sorduğum soruya somut bir cevap verebilmiş değilim. Ancak şunu söyleyebilirim: Önümüzdeki dönemde piyasaların takip edeceği en önemli veri “krizin kamuya toplam maliyeti” olacak.

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Dar bir koridor! 10 Ekim 2019
IMF 4. Madde bildirisi 26 Eylül 2019