Ey ruh geldinse vur

Osman Ata ATAÇ
Osman Ata ATAÇ İŞLETMECİLİK SOHBETLERİ oaatac@gmail.com

Geçen hafta sizlerle ‘takım ruhu’ denilen kavramın kabul edilebilir bir tanımını paylaşmıştım. Tanım takım ruhunu “Bireylerin takım hedeflerini kişisel hedeflerinin önüne koyduğu örgüt kültürü” olarak veriyordu. Tanım her ne kadar akla yatıyorsa da böyle bir şeyin görülmesinin pek de olası olmadığını söylemiştim. Neden öyle dediğimi anlatmaya çalışayım.

Bu ruh kelimesi pek de popülerdir. İşletmecilik bir bilim dalı olmak için gereken koşulları yerine getirmediği için bir meslek dalı da değildir. Bunu defalarca söyledim kimi ciddiye aldı, alındı ,çoğu “Hı” dedi geçti. Büyük çoğunluk kariyerle meslek arasındaki farkı bilmediği, daha da önemlisi umursamadığı için bu gözlemin önemini pek anlamadı. Bu durumdan yararlanan ‘işletmecilik’ yazarları akla hayale gelebilecek her türlü branştan alıntılar yaparak literatürü lezzetsiz bir çorbaya çevirdiler. Din, askerlik, spor, sosyoloji, psikoloji, antropoloji, matematik, istatistik, ekonomi gibi branşlar talan edildi, Atilla ve İsa’yı yönetici olarak anlatan kitaplar basıldı. 

Spordan alınan ve işletmeciliğe uygulanmaya çalışılan ‘takım ruhu’ da o kavramlardan. Spor sayfalarında işletmecilik literatüründe göründüğünden daha çok görünür. Taraftarlar oyunculara ‘ruhsuzlar’ diye bağırır, teknik direktörler ‘takım ruhu’ denilen şeyle ya övünürler ya da şikayetçi olurlar. Sanıyorum kavram daha çok yukarıda verilen tanım dışında ‘kazanma hırsı’ denilen şeyi ifade etmek için kullanılıyor. Takım ruhu daha çok ‘Şirket elemanlarının şirketin kazanması hırsını paylaşırken bunu kişisel kazanımlarının önüne koydukları örgüt kültürü’ olarak anlaşılıyor. Yani kavramın iki boyutu var. Birincisi şirket kazansın diye elemanlar yırtınacaklar; ikincisi bunu yaparken de önceliği kendi kazanımlarına değil buna verecekler. Kavramın bu yorumu daha çok askeriyeden alınmışa benziyor. Sizin anlayacağınız spor ve askeriyeden alınan bir kavram evlendirilip işletmecilik yazınına fırlatılmış. Sağdan soldan ithal fikirler kağıt üzerinde ilginç olabilir ama uygulamada anlamsız kalabilirler. Yani uygulamacıya (yöneticiye) ne halt etmesi gerektiği konusunda bir fikir vermezler, veremezler. Çünkü işin doğası fikrin çıktığı yerde başka, bir şirket ortamında başkadır.

Önce maçlarda ve savaşta takımı dolduruşa getirmek için “vurun kurtlarım, saldırın gazilerim” sloganlarını kullanıp bir şeyler becerebilirsiniz. Bir şirkette elemanları böyle dolduruşa öyle kolay getiremeyeceğiniz gibi bunu süreli de yapamazsınız. Bu tür dolduruşlar proje bazında olur. Bu tür ‘kavga’ beraberliğinin bir, iki bilemedin üç, beş kavgadan sonra havası kaçar. Şirket denilen kompleks, birçok kişiden oluşan, herkesin belli bir işi olan, ömrü belli proje örgütü değil de devamlılık amacıyla kurulan örgüttür. Bu nedenle ‘şirketin kazanması’ badem sporun fıstık sporu yenerek ‘şampiyonluğu kazanması’ veya ordunun savaş kazanmasına benzemez. 

İkincisi şirket etkinliklerinin hedefleri bir spor takımının bir topu rakibin kalesine, potasına falan sokması, bir güreşçinin rakibinin göbeğini güneşe göstermesi veya sırtını yere yapıştırması gibi iyi tanımlanmış değillerdir. Yani şirket elemanları sporcuların aksine, işleri her neyse, bunun ‘şirketin kazanması’ amacına ne derecede etki edeceğini bilmezler, bilemezler. Şirketlerin yüzde doksan dokuzunda işler sarpa sarana kadar bunu yöneticiler de bilmez. ‘Şirketin kazanmasına’ engel davranışların neler olduğu işin suyu çıkınca anlaşılır. O zaman yönetim kimin hangi günahtan sorumlu olduğunu saptamaya çalışır ama hâlâ kimin ne sevap işlemesi gerektiği açıkça belli değildir. Yönetim en iyi şartlarda şirket elemanlarının işlerini kapasitelerinin en üstünde ‘iyi’ yapmaya yöneltebilir. Bunu sağlamak yönetim için yeterli başarıdır. 

Üçüncüsü, bir spor karşılaşmasında ‘kazanmanın’ ne olduğu bellidir. Rakibini tepelemenin ne olduğu iyi tanımlanmıştır. Şirketin kazanması ne demek bir düşünün. Bunun tanımı yoktur. Bundan yıl sonu kar zarar tablosundaki görünüm kastediliyorsa başka, önemli rakiplerin saf dışı bırakılması başka, pazar payının arttırılması ise başka, şirketin geleceğe yönelik potansiyelinin arttırılması ise bambaşka. 

Dördüncüsü savaşta ölen ölür kalan sağlar bizimdir. Ölenler şehit yaşayanlar gazi olurlar. Savaş kaybedilse bile, hiç bir şey olmasa bile, manevi bir ödül algısı vardır. Spor karşılaşmasında kazanmanın hazzının yanında, çoğu kez üstünde, bireylerin çıkarları vardır. Özellikle bazı spor branşlarında bir yılda verilen primler sade vatandaşların yıllarca çalışıp kazanacağı paraların kat be kat üstündedir. Şirket ‘kazanınca’, bu ne demekse, bireyin bundan çıkarının ne olduğu belli değildir. İş sahibinin kârını, yöneticilerin primlerini şirkette çalışanlara kazanç diye kabul ettiremezsiniz. 

Beşincisi, gerek savaşta gerek spor karşılaşmasında bireylerin katılımları gözlenir. Cesaret-korkaklık nedir, maharet-form gözlenebilir. Bir şirkette gevşek veya sıkı denetim mekanizmaları haricinde bireylerin davranışları gözlenemez. Aşikar hatalar haricinde kimin ne yaptığı, şirketin kazancına katkısı öyle kolay ölçülemez. Toplantılar yapıp “Ey ruh geldinse vur” diyerek ne kazanma hırsının ne de takım ruhunun varlığını anlayamazsınız.

Sözün kısası bu takım ruhu denilen şeyi bir şirkette süreli bir şekilde yaratamazsınız. Şimdi “Neyin neden olmayacağını anladık. Olacak işi söyle. Söylemeyeceksen konuyu kapat hoca” dediğinizi duyar gibiyim. Memnuniyetinizi dostlarınıza şikayetinizi yazı işlerine bildirin. Bana ayrılan sayfayı geçtim bile. 

Sağlıcakla kalın.

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Teknokrat-Politikacı 30 Ekim 2019
Strateji mi? 23 Ekim 2019
Tenkisat 16 Ekim 2019
Kasvetli ilim 02 Ekim 2019
Zombiler 25 Eylül 2019
Yeni Bull 18 Eylül 2019
Bull 11 Eylül 2019
Neden olmuyor? 04 Eylül 2019
Olmayacak duaya... 28 Ağustos 2019