Schauble’nin sıfırı ne anlama geliyor?

Tuğrul BELLİ
Tuğrul BELLİ GÜNDEM tugrulbelli@gmail.com

Haftabaşında Almanya Maliye Bakanı Wolfgang Schauble’nin meclis başkanı seçildiği için görevini bırakması nedeniyle bakanlığında yapılan kutlamanın fotoğrafı basında yer aldı. 400 kadar bakanlık çalışanı rakam olarak sıfırı ifade eden bir halka oluşturmuşlar. Bu “sıfır” Schauble’nin bütçe dengesini sıfırda tutma “başarısı”nı simgeliyormuş. Ancak bu sıfırda tutma azminin Almanya ekonomisi için iyi olmuş olsa da (ki o bile tartışılır; faizlerin bu kadar müsait olduğu dönemlerde Almanya’nın altyapısını güçlendirici yatırımlara yönelmesi daha iyi olurdu!), Avrupa Birliği’nin geneli için hiç de iyi olmadığı çok açık. Zor durumda kalan Güney Avrupa ülkelerine yardım musluklarını kapatan bir politikacı olarak bilinen Schauble bu ülkelerde pek de “hayırla” anılmıyor doğrusu. O nedenle ben bu “sıfır” sembolünün Schauble’nin genel performansının bir notu olarak okunmasının daha doğru olduğunu düşünmekteyim. (Zaten, dün de, ilginç bir şekilde, halen kabinede Dışişleri Bakanlığı görevini yürüten ve daha önce Ekonomi Bakanı olarak da kendisi ile birlikte çalışan Sigmar Gabriel Schauble’yi alenen AB’yi bir moloz yığınına çevirmekle suçladı.)

Tabii ki Schauble’nin dengeli bütçe takıntısı “kendine özgü” bir duruş değil; 30 yıldan beri kamunun küçültülmesi ve serbest piyasalara minimum müdahele edilmesi gibi neoliberal dogmaların kafalara kazınmasının bir sonucu. Ancak şu da bir gerçek ki, küresel resesyonu takip eden Avrupa’daki borç krizinin ana sorumlusu tüm AB ülkelerinin riskini aynı kefeye koyarak Yunanistan ve Portekiz gibi ülkelerin son derece düşük faizlerden kapasitelerinin çok üzerinde borçlanabilmesine olanak sağlayan “liberal” finans piyasalarıydı. Bu yalın gerçeği tamamen es geçerek, bizatihi krize sebep olan finansal liberalizasyonun kriz sonrasında daha da serbestleştirilmesi ve güçlendirilmesi ise AB’li politika yapıcıların öncelikleri arasında oldu. Schauble gibilerin buradaki bariz çelişkiyi görmemezlikten gelmesi ilginç.

Finansallaşma hiç kuşkusuz küresel bir olgu. Ancak finans piyasalarının bu giderek artan hakimiyetinin “hayırlara vesile olmasını” beklemek biraz hayalcilik olur doğrusu. Bundan 2 yıl önceki bir çalışmasında Thomas Phillipon ABD’de finans endüstrisinin milli gelir ve toplam şirket kârlarından aldığı payda meydana gelen büyük artışa rağmen toplam ekonomi içerisinde finansal aracılık faaliyetlerinin çok daha düşük bir artış gösterdiğini ortaya koymuştu. Bu durum finans endüstrisinin verimliliğindeki azalmanın net bir kanıtıydı. Hal böyle ise ve finans sektörü “kısıtlı kaynakların verimli dağıtımı” olarak özetlenebilecek işlevini yerine getirmiyorsa, “bu sektörün asıl işlevi nedir?” sorusu da ister istemez gündeme geliyor.

Bu soruya radikal bir cevap J.W. Mason tarafından yakınlarda yazılan bir makalede şu şekilde verilmekte: Günümüzde finansal liberalizasyonun ana işlevi finans sistemi dışında kalan tüm kamu ve özel sektör aktörlerinin ehlileştirilmesi, disipline edilmesi ve politika seçeneklerinin finansal sistem oyuncularının istekleri doğrultusunda şekillendirilmesidir. Mason finansallaşmanın bu kısıtlayıcı karakterinin ABD’de başka şekillerde de tezahür ettiğini düşünüyor. Örneğin, son yıllarda, halka açık Amerikan şirketlerinde endeks fonları gibi “pasif” nitelikteki fonların hisse payları çok artmış vaziyette. 1999’da S&P 1500’deki şirketlerin sadece yüzde 20’sinde payı yüzde 5’in üzerinde nitelikli ortak varken, 2014’te bu rakam yüzde 90’a yükselmiş. Ve bu fonların neredeyse tüm sektörlerde ve şirketlerde yüksek oranlı payları var. Hal böyle olunca bu şirketlerin rekabetçi bir şekilde hareket etmeleri olanaksız çünkü sahipleri neredeyse aynı. Onun yerine, oligopolistik bir yapılaşma içine girerek tekelci rant elde etmeleri hisse senedi sahiplerinin (=zengin kesim) tercihi oluyor.

Aynı makalede küresel düzeyde finansallaşmanın getirdiği bu ehlileştirmeyi kabul etmek istemeyen gelişmekte olan ülkelere Hindistan örneği verilerek, salt kendi politika hedefleri ve vaatleri doğrultusunda hareket etmek istediği için Hindistan hükümetinin finansallaşmanın dayattığı deli gömleğini giymeme seçeneğini kullandığından bahsedilmiş. Bunu yapabilmesinin bir sebebi de Hindistan’da finansal sistemin (Türkiye gibi) ağırlıklı olarak bankacılık sistemi üzerinden yürüyor olması. (Bu noktada Türkiye ile ilgili de bazı çıkarımlar yapmak mümkün ama bunları başka bir yazıya bırakmak durumundayım.)

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Dar bir koridor! 10 Ekim 2019
IMF 4. Madde bildirisi 26 Eylül 2019