Carl Schmitt ve “egemen”: Demokrasiden hoşlanmamanın bir yolu daha

Gündüz FINDIKÇIOĞLU
Gündüz FINDIKÇIOĞLU GLOKAL BAKIŞ debrovian@gmail.com

Alman kamu hukukçusu Carl Schmitt öyle bir yerde duruyor ki birisinin orada durması gerekiyormuş. Her şeyden önce Schmitt’in dikkatle yorumlanması gereken, tam olarak kendisine özgü olmasa bile, hayli orijinal bir siyasal teolojisi var. Bu siyasal teoloji hem seküler, hem de Katolik kilisesi üzerine yazdıklarıyla dinsel-klasik bir siyasal teoloji. Dini siyasal teolojiyle seküler siyasi teoloji arasında bir ayrım yapmamız gerekecek. Aynı zamanda dini siyasal teolojinin dönemleri olduğunu da unutmamalıyız ki Kantorowicz ile başladığımız yolculukta bunu gördük. Schmitt’inki hangisi? Öncelikle Schmitt, siyasal teoloji terimini Batı’da devlet kavramının –egemen otorite- (dinsel-klasik) teolojiye hem yapısal olarak, hem de kavramsal olarak benzediğini söyleyerek tanımlar.

Schmitt’in estetiği teknolojinin her yere yayılmasıyla bağlantılandırması ve eş zamanlı olarak sekülarizasyonun sonucu olarak mitin kaybolmasını, politikanın rasyonalleştirilerek özünün yitirilmesini aynı sürecin farklı yüzleri olarak görmesi tanıdık geliyor. Bazı Frankfurt Okulu temalarına rastlamak şaşırtıcı değil. Elbette bu bakışın liberalizm –ve liberal demokratik devlet / normatif hukuk- eleştirisi oluşturması da şaşırtıcı olamaz. Sonuç olarak 1920’ler Avrupa'nın liberal demokratik döneminin bittiği, çöküşün ayak seslerinin hem SSCB’de, hem başkaldıran sömürgelerde, hem de bizzat Avrupa’nın kalbi olan Almanya’da işitildiği yıllardı. Bu yıllara sadece faşizmlerin yükselişi veya işçi sınıfının devrim yapamayışı –Marksist sosyalizmin açmazları- açılarından bakmak son derece yetersiz kalacaktır. Bu yıllar Avrupa’da muhafazakâr, Aydınlanma karşıtı ve sonunda –20. yüzyılın başı için- “yeni sağ” olacak kültürel alt akımların olgunluğa erişerek, bir kitlesel olgu olarak sahneye çıktığı yıllardı. İşçi hareketlerine odaklı sol bakışın, zaman zaman, aynı yıllarda, 1885-1914 arasında faşizm öncesi “yeni sağın” da kitleselleşmeye başladığını, entelektüel açıdan hazırlanmakta olduğunu dikkate almadığı kanısındayız. 

Schmitt, 1929 yılında kaleme aldığı bir yazıda bu temaları geliştirir. Daha baştan “Biz Orta Avrupa’da Rusların bakışı altında yaşıyoruz” demesi net biçimde semptomaldir ve ister Alman “muhafazakâr devrimcilerinden” hoşlansın, ister hoşlanmasın, Schmitt’in bir Ernst Junger ve bir Ernst Niekisch ile aynı kaygıları paylaştığını gösterir. Rusya’nın bakışı altında yaşamak burada ilk cümledir: “Rusların gözü” Almanya merkezli Orta Avrupa’nın üzerindedir. Ruslar Batı’nın bilgi ve teknolojisini alıp Batı’ya karşı kullanmaktadırlar; onlar büyük bir yaşamsal canlılık göstermektedirler –bir élan vital vardır diye ekleyebiliriz. Ruslar hem rasyonel hem tersi olup Ortodoks mitlerinin kötülük / iyilik yapma özelliğini korumuşlardır. Bolşevizmin sosyalizmi ve Slavcılığı SSCB’de birleştirmiş olduğu tespiti hemen ardından gelir. Alman Jungkonservatismus içindeki Nationalbolchewismus akımı da SSCB’den etkilenmişti. Schmitt şu çarpıcı cümleyi de yüzümüze adeta fırlatır: “Ruslar Avrupa’nın 19. yüzyılını kelimesi kelimesine (ciddiye) almışlar, temel fikirlerini kavramışlar ve kültürel çıkış noktalarından (mantıksal) uç sonuçları çıkarmışlardır.” Böylece teknikçiliğin din karşıtı sonucu pratikte sahneye konulmuş ve Avrupa tarihinde hiçbir monarkın yönetmediği kadar devletçi bir devlet kurulmuştur. Burada SSCB bir Aydınlanma fikrinin mantıksal sonucuna götürülerek ete kemiğe bürünmesi olarak nitelenir ve Schmitt tarafından elbette olumsuzlanır. Kendi tezine göre teolojiden metafiziğe, moralden ekonomiye gelen Batı Avrupa düşüncesinin bu halini zaten beğenmeyen Schmitt’in, bu estetik-ekonomist-teknikçi eğilimin uç örneği olarak gördüğü, teknikçilikte somutlaşan bir ekonomizm vaaz ettiğini düşündüğü SSCB’yi olumlaması beklenemezdi. 

16. yüzyılın teolojik, 17. yüzyılın metafizik, 18. yüzyılın moralist, 19. yüzyılın ekonomik ve geçici bir isimlendirmeyle. 20. yüzyılın teknolojik olarak nitelendirildiği, her yeni dönemde geride kalan dönemin temel kavramlarının etkisizleştirildiği, aslında 17. yüzyıldaki büyük kırılmayla –“Batı rasyonalizminin kahramanlık dönemi”- dinler savaşından kaçışın evrensel bir nötralite aradığı tezleri arka arkaya ileri sürülür. Önemli olan şudur: Batı, politik gücün gizeminden –corpus mysticum- kaçmakta ve kendisine normatif hukukta, Juan Donoso Cortés’in adını koyduğu tartışma ortamında –burjuvazi: una clasa discutidora- bir korunaklı alan aramaktadır. Daha ileri giderek liberal demokrasinin bir uzantısı olan parlamenter demokrasinin düşman / dost ayrımını ortadan kaldıracak bir “tartışma” zemini, siyasi görüşleri açıklama özgürlüğünün –free speech- bir kelime jonglörlüğü, gerçek sorudan –politik gücün şahsileşmesi gereken doğası ve yetkileri; egemenlik- kaçma arzusu olduğunu iddia etmek Schmitt’in düşüncesine aykırı olmayacaktır. Böyledir böyle olmasına da sonuçta iktidara gelen “egemen” Hitler olduğu için Weimar döneminin bu macerası hiç de iyi sonuçlanmaz. 

 

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Risk ve yavaşlama 01 Ekim 2019
Fed, resesyon, Türkiye 24 Eylül 2019
Coğrafya ve imparatorluk 17 Eylül 2019
Fed ve dolarizasyon 25 Haziran 2019