Bankalar ve diğerleri

Ömer Faruk ÇOLAK
Ömer Faruk ÇOLAK EKONOMİ ATLASI dunyaweb@dunya.com

Bir ekonomide milli gelir faktör gelirlerinin yani ücret, kar, faiz ve kira gelirlerinin toplamıdır. Milli gelir içinde faktör gelirlerinin ne kadar pay alacağını iktisat politikaları ile belirleyebilirsiniz. İktisat teorisinin kuran klasik iktisat okulu ücret gelirlerinin artmasının kar gelirlerini düşüreceği için ücretlerin doğal ücreti (bugünkü asgari ücret) aşmaması gerektiğini savunurlar. Onlara göre ücretlerin yükselmesi nüfusu artırır, bu da kira gelirlerinin ve mal fiyatlarının yükselmesine neden olur. Sonunda tasarrufu kaynağı olan  kar gelirleri elde edenlerin geliri düşer, tasarruf düşer ve sermaye birikim azalır. Bu zincirin işlemesi için ücretler düşük tutulmalı ki, sermaye birikimi artsın. Çünkü ancak sermaye birikimi olursa yatırımlar artar. İktisatta bu bakış arz yönlüdür. 1929 krizi talep krizi olarak kapitalist dünyanın karşısına çıkınca talebin, harcanabilir gelirin önemi anlaşıldı. Ücretler yükseldi, fakat ne arz düştü, ne de tasarruf oranı azaldı.

1973 Petrol Krizi sonrası arz yönlü iktisat yeniden iktisat politikalarına egemen oldu. 1980'lerde sonra üretilen finansal serbestleşme, küreselleşme gibi kavramlarla birlikte, klasik okul başına bir de yeni sözcüğü eklenerek  bir daha masaya koyuldu. Sunulan yeni değil, ısıtılmış klasik iktisattı. Fakat medyanın, egemenlerin cilalı sunuşu ile yeni olarak algılandı. İktisatçılar bu okulun bakış açısı ile yetiştirildi, baba temsilcilerine ödüller verilerek, ekonometrinin getirdiği sunuş teknikleri  ile sofranın cazibesi artırıldı. Bu defa arzın yanında talep de unutulmadı. Yeterli ücret geliri olmasa da, bu sınıfın taleplerini kısmamaları için finansal serbestleşmenin ürünleri yani borçlanma araçları  ortaya sürüldü. İşçiler de, KOBİ'ler de bu imkanları kullanarak harcadılar ve talep yarattılar. Ancak bir süre sonra işçiler elde ettikleri ücretlerle, KOBİ'ler elde ettikleri kar gelirleri ile bu borçları ödeyemediler. Bankaların da karları azaldığı için sermaye yeterlilik oranları düştü. Bankalar batmaya başladı. Sonuçta 2007/2008 krizi çıktı.

Yaklaşık otuz yıllık sürecin sonucunda kendisini, işleyen bu çarka bırakan ülkelerde net olarak görülen sonuç şu idi: Bu sistemde reel sektör, hanehalkı ve devlet sürekli borçlandı ve tümü borç batağına girdi.

Krizin üzerinden beş yıl geçti, ancak hükümetler sistemden ödün vermeden sorunu çözme yolunu tuttular. ABD'de Obama ile biraz farklı politikalar üretilmeye çalışılsa da, genel anlamda bir çözülme yok. Çözüm için bedel ödeyenler yine borçlular oldu. Bunun için ücretler düşürüldü (emekliler dahil), hükümetlere kamu borcunu ödemesi için anlaşmalar imzalatıldı, reel sektörde firmalar çatır çatır kapandı. Talep düştü, büyüme oranı düştü, işsizlik arttı. (Kimin umurunda bankalar borçlarını tahsil ediyorsa sorun yok. Bizim gibi birkaç kişi sistemde sorun, bu finansal yapılanma yeniden inşa edilmeli diyenlerin sesi pek öne çıkmadı, çıkartılmadı).

Gelelim Türkiye'ye. Bu hafta üç kişinin konuşmasının başlıkları dikkatimi çekti. Başlıklar: Emeklilerin maaşları yüksek, bankalar tabi çok kar edecekler,  sermaye yeterlilik oranlarının yüksek olması için bu zorunlu, sanayi sektörünün GSYH içindeki payı geriliyor. Yukarıda yazdıklarımızla bu üç konuşmayı birleştirilelim.

Bankaların karları artıyor, çünkü tasarruf sahibine negatif faiz verirken, bileşik faiz olarak tüketiciye yüzde 30, KOBİ'lere 25-30 bandında faiz uyguluyor. Böylece şirket karları azalıyor, hanehalkı borcunun harcanabilir gelire oranı artıyor (yüzde 48). Kamu da bu yapıdan payını alıyor, o da çok borçlu (1923-2002 arasında kamu 248 milyar TL borçlanırken, son on yılda borç stoku 292 milyar TL arttı).  Bu işin sonu nereye varır diye soruyorsanız, başınızı kaldırırsanız görürsünüz.

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Çin böyle gider mi? 04 Ekim 2019
Yeni parasal ralli 27 Eylül 2019
Trump etkisi 13 Eylül 2019
Kapıyı çalan kimdir? 06 Eylül 2019
Talep mi borç sorunu mu? 30 Ağustos 2019