2025 kısa mı, uzun mu geldi?

Bir yılı daha geride bırakıyo­ruz. Zamanın hızlı geçtiği­ni düşünenler ne kadar şanslı ol­duklarının farkında değil, zira yalnızca acı çeken için zaman ya­vaş akar. “Bitsin gitsin artık” di­yenin ruh hali ile “nasıl da geçmiş bunca zaman” diyenler arasında­ki temel fark, geçen zamanın be­raberinde getirdiği ve ardında bı­raktığı iyi ya da kötü izlerdir.

“Mübtelâ-yı gam’a sor kim ge­celer kaç saat” ifadesinin içeri­ği tam da buna değinir. Gecenin herkes için uzunluğu matema­tiksel olarak aynı dakika, ay­nı saat olsa da bazılarımıza çok uzun bazılarımız için çok kı­sa gelir. Zamanın hızlı ya da ya­vaş akması, acı ve keder ile olan mesafemize bağlıdır. Mutlu an­larımız kısacık sürede göz açıp kapayıncaya kadar biterken, mutsuz günlerimiz bitmek bil­meyecekmişçesine uzar da uzar. Demem o ki 2025 nasıl da geçip gidiverdi dediğimizde, onu bir de Gazze’de, Ukrayna’da, hasta­nelerde, sokaklarda yaşayanlara, mezar başlarında sevdiklerini uğurlayanlara, sevip de kavuşa­mayanlara vs. sormayı ihmal etmemek gerekir.

2025’in ardında bıraktığı tükenmişlik

Kanımca bir süredir küresel çapta hepimizin yaşadığı ortak duygu ay­nı: derin bir yorgunluk ve tükenmişlik hali. İn­sanlar yalnızca eskisinden daha yoksul, daha yalnız, daha çaresiz ve güvensiz değil, her şeye karşı daha inançsız ve kuşkucuyuz. Al­datıldığımızdan şüphe ediyoruz. Kimin doğruyu söylediğini, neyin gerçek olduğunu, hangi bilginin kasıtlı olarak önümüze sürüldü­ğünü bilemiyoruz ve elimizdeki tüm haritaların yanlış ve yönlen­dirilmiş olabileceği kuşkusuyla bir rota çizemiyoruz. Belirsizlik ve güvencesizlik artık geçici de­ğil; yönetilmesi gereken bir hâl.

Küresel araştırmalar, geleceğe dair olumlu beklentilerinin son on yılların en düşük seviyesin­de olduğunu gösteriyor. Gençle­rin çoğunluğu, ebeveynlerinden daha iyi bir hayat kurabileceği­ne inanmıyor. Pew Research’ün araştırmalarına göre, gelecek neslin daha iyi bir hayat yaşaya­bileceğine inananlar yüzde 30’un altında. Aynı firmanın 2025 araş­tırmasında yüksek refah seviye­sindeki ülkelerde bile demokra­sinin işlediğine inananlar yüzde 35’i bulmuyor. Demokrasiye du­yulan inanç azalırken, “güçlü li­der” arayışı artıyor. Avrupa’da Z kuşağının yüzde 50’ye yakını demokrasinin diğer yönetim bi­çimlerinden daha iyi olduğunu düşünmüyor. Peki, bu durum sa­dece savaşlarla, ekonomik kötü­leşmeyle, enflasyonla ya da jeo­politik krizlerle açıklanabilir mi? Kanımca asıl mesele daha derin­lerde bir yerde; gerçek (real), ha­kikat (truth) ve gerçeklik (rea­lity) arasındaki bağın deforme olmasında yatıyor.

Gerçek, hakikat ve gerçeklik

Gerçek, bizden bağımsız ola­rak var olan bitene denir. Mese­la bir depremden bahsediyorsak fay hattının kırılması, sarsıntı, yıkım ve sayısal kayıplar gerçek­tir. Hakikat ise bu olgunun anla­tısı üzerinden şekillenir. Yani fay değil, bina öldürür; zemin değil ihmal öldürür; denetimsizlik ve kötü yönetim bunun esas failidir gibi. Hakikat sorumluluk üretir ve rahatsız edicidir. Mümkünse söylemsel mekanizmalarla üstü örtülerek geçiştirilmeye çalışı­lır. Gerçekliğe gelince o, bireyin ve toplumun depremi nasıl his­sedip algıladığına dairdir. Algı­da deprem, kimi için kader, kimi için travma, bazısı için yas, bazısı için bir rant beklentisi olarak şe­killenir. Bu algının oluşturulma­sında siyasi ve ekonomik aktör­ler, cemiyetler, geleneksel ve yeni medya önemli rol oynarlar.

Deprem gerçeği özünde bir do­ğa olayıdır; yer kabuğunun kırıl­masıdır. Deprem hakikati ise bir yandan yıkımdan, kayıplardan ve yarattığı acılardan oluştuğu için özünde politiktir. Hakikat so­rumluluk ürettiğinden acıyla baş etmenin yolu yeni bir gerçekliğin inşa edilmesini, rehabilite edici bir hikâyenin desteğini gerekti­rir. Yas tutulur, yardımlar kutsa­nır, eski ve yeni görüntüler üze­rinden yeni duygular, yeni algı­lar inşa edilir. Hedef, gerçeğin ya da hakikatin yok edilmesi değil önemsizleştirilmesidir. İnsanoğ­lu ancak bu şekilde acılara karşı direnç sağlayabilmekte, bir son­raki güne daha umutlu uyanabil­mektedir.

Yeni dünya yeni hakikat

Toplum dediğimiz birlikteliğin aynı doğrular etrafında buluşan bir kolektif olmaktan çıkması ve farklı gerçekliklere maruz kalan bir kalabalığa dönüşmesi ortak bir gelecek fikrini de doğal olarak aşındırmakta. Bu kopuşun bir çö­zülme haline işaret etmesi iyi bir haber değil kuşkusuz zira bir top­lum olmanın getirdiği dayanış­mayı, güveni, huzuru ve imece ruhunu ortadan kaldırıyor.

Küresel düzeyde siyaset me­kanizması artık toplumun bütü­nüne yönelik mekanizmalar kur­gulayamıyor, politikalar ürete­miyor. Sürekli bahsedilen uzun vadeli programlar, yapısal re­formlar, rasyonel tartışmalar ye­rini duygu mühendisliğine bı­rakmış durumda. Tüm dünyada siyasi aktörler gerçek olguların yarattığı zorluklarla ve hakiki problemlerle uğraşmak yerine gerçekliğin üretilmesi ile meşgul durumdalar.

İletişim başkanlık­ları ve koordinatörlükleri, kamu diplomasisi kurumları, medya ve halkla ilişkiler birimleri, istihba­rat servisleri vs. haldır haldır ça­lışıyor. Kimi zaman korku, bazen öfke, bazen tehdit yoluyla kitle­ler, hakikatin getirdiği sorum­luluklardan kaçınarak üretilmiş gerçekliğin sanal dünyalarına iti­liyorlar. Nitekim popülizm de­diğimiz şey de burada bir sapma değil, işleyen mekanizmanın bir ürünü olarak etkisini artırıyor. 2026 ise bizlere popülizmin do­ruklarını vadediyor.

Yazara Ait Diğer Yazılar