Gölge imparatorluk

Binlerce yıl­dır iktidar­ların saraylar­da kurulduğunu kralların, pa­paların, devlet adamlarının al­tın varaklı oda­larında dünyayı şekillendirdiği­ni izledik. Saray benzeri malikaneler bu yü­ce yöneticilerin gücüne güç katan mekanlar; giydikleri yedikleri içtikleri ise zihin­lerimizdeki “onlar bizden, yani sıradan fanilerden ola­maz” ayrıntısını kodlayan detaylardı. Yöneten ve yö­netici arasında sadece ordu­lar, korumalar değil aynı za­manda yaşam stili ve tutum farkı olması kaçınılmaz bir durumdu. Bu hem yukarıda­kine hem de kitleye kim ve ne olduğunun farkındalığı­nı dikte eden bir yapısal ta­sarımdı. Kraliyet ya da im­paratorluk ahalisi halkına uzaydan bir yerden bakardı ve halkın dünyasıyla arasın­da bir geçişkenlik kurulması yasaktı.

Cumhuriyetlerin ve de­mokratik süreçlerin 19. yüz­yıldan itibaren gelişmeye başlaması yönetici elitlerin halka dokunmasını mecbur kıldığı gibi, sıradan faniler­le saraylar arasında bir ge­çiş kanalı da oluşturdu. Al­tın varaklı saraylardan süs­lemesiz dev binalara doğru kayış bir yandan gücün halk tarafından hissedilmesini, diğer yandan şatafatsız bir iktidar algısının pekişme­sini öngörüyordu. Kimi ül­kelerde eski saraylar yöne­tim binası olarak kullanılsa da iktidarın siyasi temsilci­leri kendi evlerinde ikamet ediyor; kendilerinin birey­sel varlığının değil yaptıkla­rı işin yüceliğini ön plana çı­kartmayı tercih ediyordu.

20. yüzyıl küresel savaş­ların ve yıkımların yüzyı­lıydı. Halkın yüce bir yöne­timden ziyade yüce bir ide­olojiye teslim olması esastı. Liderlerin dokunulmazlığı mekanlarından değil, temsil ettiği fikirlerden geliyordu. Savaş zamanıydı; düşmanlar vardı ve “sorgusuz biat” halk ile iktidar ilişkisinin temel niteliğiydi.

Savaşların ve ideolojilerin rafa kalktığı “meşhur küre­selleşme” dönemi, yani 20. yüzyılın sonları yücelik algı­sının yavaş yavaş devlet ol­mayan aktörlere, yani devlet bütçesine yakın büyüklükte­ki şirketler ve finans kurum­ları aracılığıyla ekonomik aktörlere doğru yayıldığı bir döneme işaret ediyordu. İk­tidar, üzerindeki altın işle­meli kaftanı çıkartmış, en lüks markaların ürettiği kra­vat ceketli giysileri giyerek; altınlarla bezenmese de al­tından da pahalı lüks tasa­rımlarla donanmış binala­ra, ofislere taşınmıştı. Dev devlet binalarına karşı artık göklere yükselen, sınırsız­lık ve limitsizliklerinin altı­nı mekânsal tasarımlarıyla da simgesel olarak çizen şir­ketler vardı. Küresel dünya artık onların oyun alanıydı. Devletlerin sınırları onları bağlamıyordu. Ulusal siyasi iktidarlar varlıklarını sür­dürebilmek için onların des­teğine muhtaçtı. Nitekim dünyanın her yerindeki ik­tidarların belirlenmesinde coğrafyasızlık özgürlükleri­ni sonuna kadar kullandılar ve küresel köyün inşası için büyük bir yatırım yaptılar.

Devlet ve diğer aktörlerin dansı

Küresel finansal aktörle­rin yükselişine ve etkisine karşı kadim devlet aygıtının bir şekilde kendisini koru­maya geçeceği çok da bilin­mez bir durum değildi. Dün­ya 21. yüzyılın başından iti­baren yaşadığımız 3 ayrı küresel krizle birlikte dev­letin, yani efsanenin geri dö­nüşüne şahitlik etti. 11 Eylül saldırısı bir askeri güvenlik meselesiydi; 2008-2009 fi­nansal krizi bir ekonomik güvenlik, 2019-2021 pande­misi ise bir biyopolitik gü­venlik meselesine dönüştü. Her birinde ayakta kalabil­mek adına insanlık devlet müdahalesine muhtaçtı ve kendisini muktedir sanan devlet dışı aktörler gerçek dünya ile karşılaştı.

Devlet merkezleri küre­selleşme sürecini varoluşsal bir tehdit olarak algılamaya başlamıştı. Açık toplum de­nilen şey, hak ve özgürlük söylemleri, demokratikleş­me ve liberalleşme rüzgar­ları bir anda hız kesti. Tüm dünyada sınırlar duvarlar­la örülmeye başlarken, po­pülist sağ hareketler, dev­leti kutsayan ideolojiler ön plana çıkmaya başladı. Ar­tık özgürlükten değil güven­likten, bireysellikten değil devletçilikten, özelleştir­meden değil, kamulaştırma­dan söz etmeye başlamıştık. Derken…

Tekno-oligarkların dünyaya inişi

Daha önce bilmediğimiz bir durumla karşı karşıya olduğumuz açık. Çağımızın yeni iktidarı krallarla, baş­bakanlar ya da generallerle falan tanımlanmıyor. Tek­no-oligarklar ya da Varoufa­kis’in deyimiyle “tekno-feo­daller” hayatımızın en ücra köşelerine kadar nüfuz edip bizi yönlendirebilen; ekono­mik davranışlarımızı, siyasi tutumlarımızı, dünyaya bü­tünsel bakışımızı şekillen­direbilen yeni bir toksik ik­tidar kurguluyorlar. Dijital çağın lordları bugüne kadar gördüğümüz iktidar biçimle­rinden farklı olarak bedenle­rimize değil, beyinlerimizin içindekilere talipler. Zihin­lerimiz artık bize emanet de­ğil. Kötülerimiz iyilerimiz, doğrularımız yanlışlarımız bize kalıp halinde sunuluyor. Shoshana Zuboff buna “in­san psikolojisinin kolonileş­tirilmesi” adını vermiş.

Modern ekonomi dediği­miz şey, tekno-ortaçağ ile sonuçlanacak bir döneme giriyor. Büyük platformlar kullanıcıları artık verileriy­le birlikte alınıp satılan serf­lere dönüştürmüş durumda­lar; veri malikaneleri ise lor­dun istediği gibi sürdürüp biçtirdiği arazilere benziyor. Devletler bu verilere erişe­bilmek için var güçleriyle sistemler kurmaya çalışsa da devletlerin sınırları var, onların yok; siyasiler hesap verir, onlarsa pazarlık eder; siyasi iktidar halkın desteği­ne ihtiyaç duyar, onlarsa yal­nızca veri akışına.

Sınırsızlığa karşı sınırlılı­ğın mücadelesi önümüzdeki dönemde daha belirgin hale gelecek. Epstein davası gibi bel altı vuruşlar, veriye sahip olanın elindeki büyük gücün gösterisi niteliğinde. Her şe­yimizi bilenlere karşı, her şeyi kontrol etmeye çalışan iki ayrı otoriter gücün büyük çarpışması başlamak üzere.

Dünyayı yönetmeye talip o görünmez tahtın namzet­lerinin meşruiyeti olmasa da kudretleri sınırsız. Hob­bes’un gerçek Leviathan’ı kurulmak üzere. Büyük bira­derimizle dövüşmeye ya da onu sevmeye hazır mıyız?

Yazara Ait Diğer Yazılar