Kolektif travmaların gölgesi

Filistin meselesi ve Gazze soykırımı dünya gündemi­ni bugüne kadar hiç bu kadar meşgul etmemiş; İsrail’in dün­ya kamuoyu nezdindeki imajı da kuruluşundan bu yana hiç bu kadar negatif hale gelme­mişti.

7 Ekim saldırısının ar­dından küresel algıda oluşan mağdur İsrail algısı ve sempa­ti duygusu, Netanyahu yöneti­min kontrolsüz ve orantısız bir biçimde uyguladığı kolektif ce­zalandırma stratejisiyle birlikte kısa sü­rede eriyip gitti. Şimdilerde dünyanın her yerinde sokaklara dökülen insanlar, İsra­il’i protesto ediyor; Yahudilerin küresel düzeyde kurumsallaştırdıkları üstünlük ve egemenlik ortamı sorgulanıyor; ardı ardına Yahudilerin yaptıkları kötülüklere dair komplo teorileri üretiliyor; ve yakla­şık 80 yıldır hüküm süren “en ziyade mü­saadeye mazhar ülke” kurgusu, İsrail’in en güçlü olduğu yuvasında, yani ABD’de bile çözülmeye doğru gidiyor.

Uluslararası ilişkiler disiplininde inşa­cı kuramın savunucularından Alexander Wendt, “kimliklerin ve algıların” ulusla­rarası ilişkilerde “güç ve çıkar” olgusun­dan daha belirleyici olduğunu söyler. Ona göre, bir devletin sürekli olarak saldır­gan, güvenilmez ya da insan haklarını ih­lal eden bir rol üstlenmesi durumunda, bu algı onun kimliğinin bir parçası haline ge­lir. Bu olumsuz algı, tıpkı kendini gerçek­leştiren bir kehanet gibi zamanla o ülke­yi dünya kamuoyunun gözünde damgala­yarak (stigmatizasyon), ulusal markasına dönüşür. Damgalanmış bir ülke açısından diğerleriyle ilişki kurmak, onun yanında olmanın katlanılamaz maliyeti yüzünden çok daha tavizkâr olmayı gerektirir. Nite­kim stigma, zamanla tıpkı bir kambur gi­bi, her diplomatik meselede damgalanan ülkenin sırtında taşıması gereken ve beli­ni büken bir yüke dönüşecektir. Soykırım­cı damgası ise insanlık tarihi boyunca ta­şınması en ağır olanlardan bir tanesi ola­gelmiştir.

İsrail’in damgası

Yahudi toplulukları binlerce yıldır bu­lundukları her toplulukta dışlanan, marji­nalleştirilen ve mağdur edilen gruplar ol­muştur. İnançlarının yapısı gereği Yahudi kimliğinin kan bağına dayanması ve dışa­rıdan girişlere kapalı olması bunda önem­li rol oynar. Bu durum, bir yandan grup içi dayanışma ve bağlılığı sıkılaştırırken, di­ğer yandan da dış grupların onlara karşı şüphecileşmesine ve dışlanılmaya tepki geliştirmesine yol açmıştır. Üstüne ken­dilerine bir de “seçilmiş halk” gibi üstün bir rol biçmeleri, Yahudi toplulukların do­ğal afetlerde, salgınlarda, büyük kayıp ve travmalarda diğerleri tarafından daimi olarak günah keçisi sayılmalarına neden olmuştur.

Başkalarının başına gelen kötülükler­den sorumlu tutulmaları ve stigmatize edilen kimlikleri dolayısıyla Yahudilerin bir başka özel mağduriyetleri daha olmuş­tur. Daimi bir sürgün halinde olmaları ve yurtsuzluk travması, bugünkü İsrail yö­netiminin de özenle kullandığı bir kolek­tif travmadır. Binlerce yıldır Tanrı tara­fından vadedilen hayali bir toprak alanı, bir sığınak ideali üzerinden geliştirdikleri “mitsel yurt” algısı, Filistinlilere karşı yü­rüttükleri soykırımı Tanrısal bir vekalet üzerinden temize çekme arayışının uzan­tısıdır. Filistinliler onlara göre vadedilmiş olana çökmüş gerçek işgalcilerdir ve insan sayılmazlar. Nitekim Savunma Bakanı Yo­av Gallant’ın Gazze’de hayatını kaybeden­ler için “onlar insan hayvandır” ifadesini kullanması ve nefret söyleminin bu denli sıradanlaştırılması, meşruiyetini bu kut­sal vaad anlatısı üzerinden sağlamaktadır.

Peki, kendileri de Naziler tarafından aynı muameleye tabi tutulmuş olmaları­na rağmen bu zalimliğin kaynağı nedir? Onların mazlumun halinden daha çok an­lamaları beklenmez mi? Her şeyden ön­ce zulme uğrayanın diğer herkesten daha anlayışlı olacağı beklentisi doğru değildir. Aksine Hannah Arendt’in “Totalitarizmin Kaynakları” eserinde ifade ettiği gibi “zul­me uğramış toplulukların iktidarı ele ge­çirdiklerinde aynı şedit pratikleri başka­larına karşı yeniden üretmesi mümkün­dür.” Bunun temelinde güvenlik takıntısı ve sürekli tehdit algısı bulunur. ‘Bir da­ha asla’ ifadesi kolektif travmalarını ulu­sal markaları haline getiren ülkelerin baş düsturudur.

İsrail’in dünyaya bakışının bin yılların birikimi olan çoklu travmaların sonucu hastalıklı bir yapıya sahip olduğu açık. Bir daha asla yurtsuz kalmayacağız; bir da­ha asla soykırıma uğramayacağız; bir da­ha asla seçilmiş olduğumuzu ve davamızı unutmayacağız vs. türünden ‘asla’lar, Ne­tanyahu yönetiminin politikasının temel direkleri. Nereye kadar sürebileceğini hep birlikte göreceğiz.

‘Plan’a destek

Trump ve Netanyahu’nun elinden çı­kan plana Hamas’ın incelikli yanıtı ve Trump’ın planın kabulüne yönelik baskı­sı, İsrail açısından yeni bir yalnızlık dö­neminin kapısını açacak gibi. Yıllardır Nazilerin ürettiği mağduriyetin sorumlu­luğunu tüm dünyaya yükleyen anlayış, sı­nırlarını fazla zorlayınca mazlum maske­si de o yüzde durmuyor artık. Netanyahu yönetimi ve Siyonist akıl, dünyadaki tüm Yahudileri aynı kabın içerisine alıp, ko­lektif hafızadaki bastırılmış antisemitik duyguları da alevlendirmiş durumda. Oy­sa masumiyetin dini, kimliği olmaz. Dün­ya üzerinde Netanyahu’dan ve Siyonizm­den nefret eden milyonlarca Yahudi var ve soykırımcı damgasından da utanıyorlar.

Trump’ın planı Filistinlilerin planına doğru evrilmeye başladığına göre, Netan­yahu’ya yönelik en güçlü baskı grubu da işte bu Yahudiler olacak. Halkın dünyanın her yerinde olduğu gibi İsrail’de de sokak­lara dökülmesi, şirazesi hayli kaymış olan siyasi otoriteye sınırlarını öğretecek en büyük dersi verebilir.

Yazara Ait Diğer Yazılar