Netanyahu’nun züccaciye dükkânı

İsrail’in Netanyahu yönetiminde 7 Ekim sonrası ge­liştirdiği akıldışı “kolektif cezalandırma politikası” Ortadoğu’da 7 ayrı ülkenin topraklarını hedef alarak genişlemiş durumda. Kimilerine göre ‘İsrail’in 11 Ey­lül’ü’ olarak yorumlanan Hamas saldırısı, tıpkı Ame­rika’nın “önleyici vuruş” doktrinine benzer biçimde saldırgan bir dış politikanın meşruiyet kaynağı olarak sunuluyor. Netanyahu hükümeti araçsallaştırdığı bir mağduriyet üzerinden bir yandan Gazze’de etnik te­mizlik politikaları yürütürken, diğer yandan da sırada Batı Şeria’nın olduğu yeni bir aşamanın geldiğine da­ir belirtiler artıyor. Tıpkı Nazilerin ‘Lebensraum’ ya­ni uygun ve güvenli bir yaşam alanı oluşturma politi­kası gibi İsrail yönetimi de stratejik derinliği olan bir toprak alanı peşinde. Dağdan gelenin bağcıyı yanında yamacında istememesi gibi, çevresinde toprağın ger­çek sahiplerini istemiyor. Bu nedenle uluslararası top­lulukça sıkça vurgulanan 1967 sınırlarına dönüş defte­rini sonsuza kadar kapatacak bir politikanın arayışın­dalar. Sadece bu bile günümüz dünyasında uluslararası hukukun tamamen rafa kalktığını, güçlünün gücünün yettiği yere kadar kendi hukukunu oluşturduğunu gös­teriyor. Yaşam alanı politikasının Filistin’i ilgilendiren boyutu yeterince vahim değilmiş gibi, İsrail’in varoluş­sal güvenlik kaygılarının tüm bölgeyi sil baştan düzen­lemeye yönelik maksimalist bir çizgiye savrulması ay­rı bir endişe kaynağı. Mutlak güvenlik için çevredeki güvensizliği genişletme politikasının, İsrail yönetimi­nin tüm Filistinlileri sürse veya öldürse bile kendisini yeterince güvende hissedemeyeceğini düşündürtüyor. Zira halkın kolektif hafızası ve ülkedeki ideolojik en­doktrinasyon, daimi olarak altı çizilen genel bir güven­sizlik halini besliyor. Korku ve güvensizlik hali salt so­mut askeri tehditlerden değil, politik olarak kurgulan­mış öcülerden de besleniyor.

Mutlak güvensizlik sorunsalı

Psikopolitik bir çerçeveden bakarsak yüzyılların kolektif travmalarının bugünün siyasi ortamını şe­killendiren temel unsur olduğunu görüyoruz. İsra­il yöneticileri düşmanlarla çevrilmiş küçük bir ül­ke olarak her an vadedilmiş topraklarından sürülme tehdidi altında bulunduklarına ve ancak bölgesel bir hegemonya kurmaları halinde rahatlayabileceklerine inanıyorlar. Onlar kimsenin elinde olmayan silahlara sahip olmalı, istedikleri ülkeyi uygun gördükleri za­manda vurabilmeli; buna karşın hep dokunulmaz ol­dukları gibi herkes onların geçmiş mağduriyetinin ve bu kurbanlık hallerinin sorumluluklarını üstlenmeye hazır olmalı diye düşünüyorlar. Kolektif narsizm ile beslenen ve odağında hep İsrail’in güvenlik sorunsa­lının olduğu bu yaklaşımın sonucu ise ortada: daimi seferberlik hali. Literatürde güvenlik ikilemi olarak tanımlanan durumu şöyle açıklayabiliriz. Kendisini tehdit altında hisseden bir aktörün güvenliğini sağla­mak amacıyla silahlanması ve buna tepki olarak onun karşısındaki rakip aktörlerin de benzer bir politika­ya savrulması dolayısıyla üretilen güvensizlik ortamı. Böylelikle en başta kendisini savunma amaçlı olarak güvene almaya çalışan bir devletin ilk durumda oldu­ğundan daha riskli bir durumla karşılaşması kaçınıl­maz hale gelmekte. Güvensizlikten beslene güvenlik stratejilerinin ortamda daha fazla saldırgan aktörün boy vermesine yol açtığı ise herkesin malumu. Güven­lik ihtiyacı böyle ortamlarda bir silahlanma obezite­sine yol açacak kadar belirleyici olabiliyor. Ortadoğu dediğimiz coğrafyanın kaderini de maalesef bu psiko­lojik hal belirliyor.

İsrail’e karşı ittifak arayışları

İsrail’in ve onun politikalarını aklamaya çalışan analistlerin çarpma noktasına doğru hızla ilerledik­leri duvar da benzer bir örgüye işaret ediyor. Son ola­rak Katar’daki Hamas müzakere heyetine yapılan sal­dırı İsrail’in sınır tanımayan kendini savunma hakkıy­la açıklanıyor. Lakin bu tek taraflı bakış açısı bölgede Batı’ya yakın Körfez rejimlerinde bile bir yol ayrımı­na gelindiği duygusunu uyandırıyor. Bir kısmı Abra­ham anlaşmalarıyla İsrail’in varlığını tanıyan bu ül­keler büyük parasal anlaşmalar yapmalarına karşın ABD’nin güvenlik şemsiyesinin İsrail’e karşı kendi­lerini korumadığını anlamış bulunuyor. Cepleri derin Körfez ülkelerinin böylesi kırılgan bir statüyü kabul­lenmesi elbette mümkün değil. Nitekim Suudi Arabis­tan’la Pakistan arasında varılan savunma anlaşması Körfez ülkelerinin artık kendi başlarının çaresine bak­ma yoluna gittiğinin de bir işareti. Bu anlaşmaya göre her iki ülkeden birine yapılacak bir saldırı diğer ülke­ye de yapılmış sayılacak. Daha bu yıl içerisinde Hindis­tan’la dalaşan Pakistan açısından bu anlaşmanın öne­mi ortada. Suudi Arabistan da bu antlaşma ile nükleer bir güç ile yakınlaşma fırsatı buluyor. Pakistan’la Çin arasındaki ilişkiler ve İslamabad’ın Çin savaş uçakla­rıyla Hindistan karşısında kurduğu üstünlük de dikka­te alınırsa denklem daha kritik bir hal alıyor. Ortado­ğu’nun dünyası Asya’nın içlerine doğru yayılıyor. Diğer yanda Türkiye’nin durumu ise daha özgün. Körfez ül­kelerinden farklı olarak Türkiye bir NATO ülkesi, ya­ni ABD ile bağları daha da kurumsal. Ama bu İsrail’in Ankara’ya yönelik saldırgan, hasmane tavrına engel olmuyor. Kendi güvenliğini ancak Ortadoğu’da hege­mon güç haline getirerek sağlayacağını düşününe Tel Aviv’in Türkiye ile çıkar çatışması kaçınılmaz. Bundan dolayı Suriye’de ve Kıbrıs’ta Ankara’yı zor duruma dü­şecek adımları çekinmeden atabiliyor. Bir yandan da açık bir tehdit dili kullanıyor. Netanyahu’nun ABD’nin bölgedeki müttefiklerine karşı sürdürdüğü agresif po­litikanın züccaciye dükkanındaki fil etkisi yaratma­sı kaçınılmaz. Ve yine daha akademik bir perspektif­le İsrail’in güvenliğini ciddi biçimde tehlikeye atması da düşük bir ihtimal değil. Her koşulda ABD’yi peşin­den sürükleyebileceğini düşünen Netanyahu, ABD’nin sadece bölgedeki konumunu ve stratejisini sarsmakla kalmıyor, tüm Avrupa’ya ve Amerika’nın küresel müt­tefiklerine de bir tür “kendinize yeni bir yol bulun” çağrısı yapıyor. Nitekim yakın zamanda Devlet Bahçe­li’nin dile getirdiği Çin ve Rusya gibi aktörlerle yeni it­tifak arayışları, Türkiye’nin B planı olarak sürülmeye hazırlanıyor. Günün sonunda İsrail’in kendi sıkleti­nin üzerinde bir mücadeleye girişmiş olma ihtimalin­den söz edebiliriz. Ama bu, Netanyahu’nun bölgede bü­yük bir kaosa yol açma potansiyeli olmadığı anlamına da gelmiyor. Trump züccaciye dükkânına giren Netan­yahu’nun ortalığı dağıtmasına daha ne kadar katlana­cak göreceğiz. Ama bu süreç uzadıkça ABD’nin küresel rakiplerinin de bölgeye sızmak için elverişli bir zemin bulacağını tahmin edebiliriz.

Yazara Ait Diğer Yazılar