Dönüm noktası
Bu köşede üç senedir yazıyorum; yumurtaları aynı sepete koymayın; gidip ürünleriniz için uygun pazarlarda yatırım yapın, yerleşik oyuncu olun diye. Elbette bir başka ülkeye yatırım yapmak, şirket satın almak, fabrika yapmak, bayi sistemi kurmak kolay değil.
Depo açmak ve işletmek bile zor. Ancak geldiğimiz noktada bu maalesef tercih olmaktan çıkıyor, zorunluluk haline geliyor. Bakın ihracat odaklı olan tekstilden sonra otomotiv sektörü de sıkıntıya girdi. Bu iç pazara çalışan firmalar rahat anlamına gelmesin. İç pazar da umut vaat etmiyor. İSO 1000 sonuçları ortada. Tüm sektörler küçülme ve karsızlık trendinde.
Değişim öz değerlendirme yapmayı gerektiriyor!
2020 sonrası dünya, şirketler için yalnızca dijitalleşme ve sürdürülebilirlik ekseninde değil, aynı zamanda jeopolitik, finansal ve lojistik anlamda da yeni kırılganlıklar içeriyor. Pandemiyle başlayan bu süreç; Rusya-Ukrayna savaşı, ABD-Çin ticaret gerginliği, Kızıldeniz hattında navlun krizleri ve son olarak Avrupa’da artan korumacı politikalarla iyice derinleşti. Türkiye gibi dış ticarete dayalı, üretim ve ihracat odaklı ekonomiler için bu gelişmeler yalnızca dışsal şoklar değil, doğrudan iş modellerini etkileyen yapısal değişimlerdir.
Artık şu soruların yanıtı daha kritik: Ürününüzün hedef pazardaki lojistik erişimi ne kadar hızlı ve ucuz? Kur riskine karşı geliriniz hangi oranda kadar döviz cinsinden? Rekabet ettiğiniz oyuncular sadece yerli mi? Sizin markanız mı, onların ki mi daha görünür? Dijital vitrinlerin ötesine geçmeden, fiziksel pazarda kalıcı olmak mümkün mü?
Bu kur politikası ile ihracat artık çözüm değil!
İhracat yapmakla dış pazarda yerleşik olmak arasındaki fark burada ortaya çıkıyor. Birincisi, mal satmaktır. İkincisi, o pazarda kalıcı bir değer yaratmaktır. Bugün Avrupa, Orta Doğu veya Kuzey Amerika gibi pazarlarda sadece mal göndererek değil, o ülkelerde yerleşik yapı kurarak rekabet avantajı kazanmak mümkün. Satış sonrası hizmetler, lokal depo ve dağıtım ağı, yerel müşteriyle doğrudan temas; bunlar artık sadece lüks değil, standart beklentiler.
Peki bu kolay mı? Elbette değil. Ama Türkiye’nin önde gelen sanayi şirketlerinden gıda markalarına, mobilya üreticilerinden ambalaj firmalarına kadar birçok işletme bu yola çoktan çıktı. Kimisi Avrupa’da depo açtı, kimisi BAE’de showroom kurdu, kimisi Amerika’da şirketleşti. Çünkü gördüler ki yalnızca ihracata yaslanmak yetmiyor. Tedarik zinciri kırıldığında, kur oynadığında, lojistik sıkıştığında müşterinin yanında olabilen kazanıyor.
Bunun için artık yeni bir bakış açısı gerekiyor: ihracatçı değil, yatırımcı mantığı. “Sat gitsin” değil, “yerleş, büyü, kök sal” anlayışı. Gidilen pazarda uzun vadeli düşünmek, yerel iş gücüne yatırım yapmak, belki küçük başlayıp kademeli büyümek… Bu bir stratejik yönelim. Sadece pazarlamanın değil, finans, insan kaynakları, üretim ve lojistik birimlerinin birlikte karar vereceği bir yön değişimi.
Dijitalleşme işi kolaylaştırıyor
Üstelik günümüzde dijital çözümler, bu süreci daha yönetilebilir hale getiriyor. ERP sistemleriyle entegre edilen uluslararası operasyonlar, dijital ikizlerle test edilen üretim hatları, lokal e-ticaret entegrasyonları… Bunlar artık sadece büyük devlerin değil, orta ölçekli işletmelerin de erişebildiği araçlar.
Sonuç olarak artık dış pazarda yerleşik olmayı konuşmak bir “vizyon” konusu değil, bir “gerek” konusu. Elbette herkes için aynı model geçerli olmayabilir. Ama bugün her şirket, en azından beş yıllık dönemde bu soruyu kendisine sormalı: Hangi ürün veya hizmetlerle, hangi pazarlarda, nasıl kalıcı olabilirim? O sebeple şirketlere diyorum ki, yemeyin içmeyin, strateji konusunda danışmanlık alın.
Üç sene önce harekete geçenler kazandı. Siz de harekete geçin.