Makro riskleri neden ciddiye almıyoruz?
Şirketlerde riskler çoğu zaman “günün acil işleri” arasında kaybolur. Risk yönetimi, toplantı gündeminde hep “sonraki” madde olur. Oysa bu duyarsızlık sadece işletmelerle sınırlı değil; ülke olarak da makro riskleri gerektiği ölçüde ciddiye almıyoruz. Risk kelimesi bile bizi rahatsız ediyor.
Oysa bazı riskler, sadece sektörleri değil, 80 milyonu birden ilgilendiriyor. Bu yazı, o risklerin hatırlatmasıdır.
Deprem gerçeğini görmezden gelmek
Üç büyük şehrimiz; finansın, siyasetin ve ticaretin merkezleri, 7’nin üzerinde deprem riski taşıyor. Yıkıcı bir sarsıntı, yalnızca binaları değil, tedarik zincirlerini, üretimi ve kamu düzenini de yerle bir edebilir. Buna rağmen deprem riskini hâlâ soyut bir ihtimal gibi algılıyoruz.
İklim krizi kapımızda
Ülkenin neredeyse tamamı iklim krizinin etkisi altında. Barajlar boşalıyor, göller çekiliyor, şehirler susuzlukla karşı karşıya. Hatalı sulama, kuraklık ve artan sıcaklık birleşince tablo vahimleşiyor. Orman yangınları artık “olağan” yaz mevsimi senaryosu haline geldi. Her yıl aynı krizi yönetmeye çalışıyoruz, çünkü riskleri yönetmiyoruz.
Pandemi deneyiminden hiç mi ders almadık?
Covid-19, sadece sağlık sistemimizin değil, gıda ve enerji tedarik zincirlerinin de ne kadar kırılgan olduğunu gösterdi. Bilim insanları yeni ve daha ölümcül bir salgının yakın olduğunu söylüyor. Soru şu: Bu kez hazırlıklıyız diyebiliyor muyuz?
Jeopolitik baskılar ve bölgesel gerilim
Suriye, İran, Filistin, Libya hattında istikrarsızlık artıyor. Ege’de tansiyon yüksek. Bir sabah kendimizi bölgesel bir çatışmanın içinde bulma olasılığı hiç de uzak değil. Bu riskler artık teorik değil, somut.
Dijital devrim: sessiz tsunami
Yapay zekâ dünyayı yeniden şekillendiriyor. 2030’a kadar mevcut işlerin yüzde 60’ı yok olacak, yepyeni meslekler doğacak. Biz ise hâlâ “benim işimi yapay zekâ yapamaz” rahatlığındayız. ChatGPT kullanmak dönüşüme hazır olduğumuz anlamına gelmiyor. Bu dalga, elektrik ya da bilgisayar devriminden bile büyük olacak.
İçerideki riskler: ekonomi ve yönetişim
Toplumun azımsanmayacak bir kesimi ülkede demokrasi ve adalet düzeyinden memnun gözükmüyor. Yönetişimi yetersiz buluyor. Bu durum yatırımcı güvenini sarsıyor. Ekonomide ise yüksek enflasyon, yüksek faiz ve baskılanan kur, ihracatçıları ve reel sektörü zorluyor. Sermayesi zayıf şirketler birer birer batarken, kalanlar “konjonktür düzelir mi?” diye bekliyor.
Riskleri küçümsemeyi bırakmalıyız
Bizim en büyük sorunumuz, riskleri düşük olasılıklı olaylar olarak görmemiz. İnsan zihni olumsuzlukları bastırmak ister. Bu yüzden felaketle karşılaştığımızda şaşırıyoruz. Ardından refleksle krizi yönetmeye çalışıyoruz. Ama kriz yönetimi, risk yönetiminden çok daha maliyetli ve yıpratıcıdır.
Her bireyin, her şirketin ve kamu kurumlarının deprem, kuraklık, salgın, savaş, ekonomik çöküş ve yapay zekâ gibi alanlarda somut risk analizleri olmalı. Bu analizler sadece “tespit”te kalmamalı; eylem planına dönüşmeli.
İstanbul’da bir şirket düşünün. Depremde çalışanlarını nasıl koruyacak? Finansal sistemini, IT altyapısını nasıl sürdürecek? Yardım süreçlerini nasıl organize edecek? Kaç tanesi bu soruların cevabını biliyor?
“Bize bir şey olmaz” demek kolay. Ama riskleri görmezden gelmek, onları yok etmiyor.
Bu yazının ardından çoğunluk yine “doğru söylüyor” deyip geçecek. Belki yüzde 10’luk bir azınlık gerçekten düşünecek ve harekete geçecek. İşte farkı yaratacak olanlar da onlar olacak.
Krizleri değil, riskleri yöneten toplumlar ayakta kalır. Lütfen düşünelim, konuşalım, paylaşalım. Çünkü bir gün değil, her gün risklerle yüz yüzeyiz. Çözüm ne derseniz, bu risklerin birey ve kurumlar olarak bizlere etkilerini analiz etmeli, gerekli tedbirleri almalıyız.