İşte yine Eylül ayı…

Faruk ŞÜYÜN
Faruk ŞÜYÜN ODAK kitap@dunya.com

Eylül, benim için İstanbul’da Boğaziçi:

Mutlaka Rumeli kıyısındaki bir köye gitmek, hızla akıp giden suyu seyretmek, bulutların menevişlendirdiği minik dalgacıklara kapılıp savrulmak, Karadeniz’den gelin iyot kokulu rüzgârları derin derin solumak… Ve çocukluğumun Bebek’i, Âşiyan’ı, Rumelihisarı, Emirgân’ını mutlaka düşünmek… Bebek’te ağaçlar altındaki harika tarama yapan bir lokantayı anımsamak (yıllardır yerinde bir bina yükseliyor) demek…

Burun’daki artık adı bile anılmayan, bir zamanların meşhur Gaskonyalı Toma’sında az mı şarkılar dinlemiştik?! Badem ezmeleri için de fırsat değil miydi troleybüslerle yapılan Bebek yolculukları?

Üniversite yıllarında Bebek Kahve, adaçayları; yaşım kemâle erince Bebek Oteli’nin barı…
Âşiyan’da set üstündeki restoran, ailece yenilen keyifli yemekler; orada kafesteki bir maymunun dudağımı tırmalaması; hep birlikte duyduğumuz endişe, korku, maymunu bir süre ziyaret etmemiz!

Geçtiğimiz haftalarda anlatmaya çalıştığım Rumelihisarı, Ali babanın kahvesi…
Anneannemin geleneksel olarak her yıl bizi ve dayımları davet ettiği Emirgân Çınaraltı’ndaki restoranda döner ziyafetleri… Kâğıt helva keyfi…

İşte yine bir Boğaziçi akşam üzeri. Telefonumdaki müzik dağarcığından her zamanki gibi Charlie Parker’ı seçiyorum, “Bird”ü... Saksafonundan yayılan o muazzam duygular da katılıyor ruh şenliğime.

Bir ara kulaklıkları çıkarıyorum, sanki bir tanbur, bir de ud sesi geliyor uzaklardan, bir kadının hıçkırıkları duyuluyor; yalılardan birinin cumbasında evvel zamanlardan kalan bir kadının.
Havalar dönmeye başladı. Şimşekler, düşen yıldırımlar, top gibi patlayan gökgürültüleri zamanı geliyor … Bir defasında teknenin içinde, tam Boğaz’ın ortasında yakalanmıştık böyle bir havaya. Şöyle yazmıştım:

“Kararmaya başlamış gökyüzünün altında, koyu laciverde dönüşmüş denizin ortasında bir teknenin içerisinde şimşekleri, yıldırımları, yağmuru seyrediyor, gökgörültülerini dinliyorum. Boğaziçi’nin gümüş tepsisi kararmış, düşen damlalarla delik deşik, kevgir gibi…
Her akşamüstü camlarında yangın gibi güneşin yansıdığı Anadolu yakasında bu kez şimşekler parıldıyor…”

Eylül, aynı zamanda hazan, yani hüzün ayı… Bunu en güzel anlatanlardan birisi de Mehmed Rauf. Şöyle diyor Eylûl adını taşıyan romanında:

“İnsanlar çürümeyecekler mi? Eylûl’de, sanki bahara hasret çeken üzgün bir tazelik, sanki üzerine çöken kışa, kendini mahvetmek isteyen sonbahara rağmen devam etmek, yine bahar olmak mücadelesi vardır; fakat bunun muhtaç olduğu şeylerden mahrumdur ve kendisinde de dayanma gücü kalmamıştır, tabiat da bunu anlamış gibi acı bir düşünceyle üstüne çöken ıssızlığın, matemin altında dayanabilirse dayansın kışın galip geleceği, artık her şeyin, her ümidin bittiğini buna tahammül lâzım geldiğini anlamaktan doğan bir takatsizlikle ağlar… Ne renk, ne de güzel koku… İşte yapraklar ölüyor… Rüzgâr insafsız, yağmur inatçı, her şey çürüyor, ah! Her şey çürüyor!..”

Mehmet Rauf’un “Eylûl” romanının neredeyse ezbere bildiğim o hüzünlü sayfaları, bir şimşek gibi çakıyor, yıldırım denli yakarak düşüyor beynime:

“O zaman eylûl kendine, tabiatta ilk yılgınlık ayı, ölümlülüğü ilk his ayı, ilk faydasız ve acıklı mücadele arzusu gibi, hayatın ne olduğunu anlayıp farkına varmadan geçen güzel geçmişin hasretiyle ilk boynu bükülen ay gibi göründü.”

Kitapta, Suat ile Necib’in imkânsız aşkları anlatılıyor, o ayrı bir yazı konusu. Ben, Eylül’den söz ediyorum; Mehmet Rauf’un olağanüstü tasviriyle bir asır evvel bir aşkı anlatırken satır aralarında dile getirerek “rüzgâr insafsız, yağmur inatçı” dediği aydan…
Doğanın hüznünün hayatımıza yansımadığı nice Eylül’lere…

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar