Buluttan çakan kıvılcımlar: Türkiye ekonomisinde yapay zeka ve hizmet sektörü
Üst düzey yatırım konferansları derinlikli fikirlerin tartışıldığı bir sahneye dönüşürler. Protokol, bu tip organizasyonlarda yerini alabilir. Kamu – özel sektör iş birlikleri (PPP) böyle doğar. Yapay zekanın başrole soyunduğu günümüz dijital dünyasında bilişim sektörü bu tarz etkinliklerin vazgeçilmezi haline geliyor. O yüzden sahnede spotlar protokolden ziyade zihinsel dönüşüme odaklanıyor.
Kariyerlerini çarşaf çarşaf (spreadsheet) Excel dosyalarında kurmuş teknoloji liderleri “low code / no code” diyerek yeni dönemin acımasız mottosunu ilan ediyorlar. 80’lerin Lotus 1-2-3 kara ekranından devralınan Excel, artık sezgisel arayüzlere bırakıyor yerini. Aynı dönemin “DOS” tabanlı geleneklerinden Bloomberg de BQuant LAB<GO> fonksiyonu üzerinden Python bazlı yapay zekâ altyapısıyla birleşiyor. Artık yapay zekâ, kod yazmadan üretim gücü sunuyor.
Duygusal zekâ, analitiğe karşı
Teknoloji kanaat önderlerine göre, insan–yapay zekâ iş bölümü yakın gelecekte bütünleşecek. Bilişimcilerin yaklaşımı, finans özelinde profesyonellerin hâlâ vazgeçilmez olduğu teziyle çarpıcı biçimde örtüşüyor: Doğru sorularla eğitilen yapay zekâ, ancak doğru yönlendirmeyle değer katabiliyor. 24 ay önce yapay zekâya karşı duyulan mesleki korkular, yerini insan ve makinenin birbirini tamamlayacağı fikrine bırakmış. Panellerde duygusal zekânın analitik yetilerden baskın hale geleceği, orijinal içerik üretiminin öne çıkacağı konuşuluyor.
Hazır giyim bu dönüşümün aynası. Spor ürünleriyle öne çıkan Nike, uzun süredir sürdürdüğü fason üretim modeliyle artık rekabette zorlanıyor; hissesi 2021 zirvesinden bu yana yaklaşık %65 gerilemiş durumda. Oysa bir dönem fason üretim küresel tedarik zincirinin devrimiydi. Adidas gibi markalar ise sınırlı özel serilerle genç tüketicide sadakati koruyarak yeniden konumlanabiliyor. Türkiye’de tekstil ve hazır giyim başta olmak üzere birçok sanayi sektörü kurdan şikâyetçi; ancak sorun yalnızca kur değil. Küresel ölçekte fason modele dayalı yapı artık yeterli fark ortaya çıkaramıyor, fiyatla rekabet de giderek zorlaşıyor. Kar marjları daralırken ölçek ekonomisi birçok alanda yetersiz kalıyor. Tıpkı Nike örneğinde olduğu gibi, markalaşmak da artık tek başına gelir garantisi sunmuyor.
TÜİK’in Cuma günü açıkladığı ilk çeyrek büyüme verisi bu tabloyu somutlaştırdı. Tüketim malları zaruri (staples) ve keyfi (discretionary) şeklinde ikiye ayrılırlar. Keyfi ürünlerde (Nike) fason imalat etkinliği yetersiz kalırken zaruri ürünlerde (örneğin gıda sektörü) aynı dinamik geçerli değil. Türkiye ekonomisi ve sanayisi ilk çeyrekte yıllık %7,7 artan sarf malzemesi tüketimiyle ayakta kaldı. Dolayısı ile bu, sanayiye karşı değil; değer üretim modeline yönelik bir eleştiri. Konu, hizmet–sanayi tercihi değil.
Türkiye’nin farkı: hizmetin yüksek frekansı
Böyle bir ortamda, hizmet sektörüne yoğunlaşan ihracat yapısıyla Türkiye, öne çıkma potansiyeline sahip ülkeler arasında yer alıyor. Türkiye’nin “cari fazla fazı”na geçtiğini uzun süredir tartışıyoruz. Son 15 yılda hizmet ihracatı, yıllık 16 milyar dolar seviyesinden Mart 2025 itibarıyla 62 milyar dolara yükseldi. 2010’dan bu yana sınai ihracat 2,4 kat artarken, hizmet ihracatındaki artış 3,6 katı buldu. İlk çeyrek büyüme verilerinde, hizmetler grubu —özellikle bilişim sektörünün %6,1’lik artışıyla— büyümeye güçlü katkı sağlayan bir alan oldu. Türkiye’yi bu dönüşüm sürecinde stratejik olarak güçlü bir konuma taşıyabilecek iki başlık daha öne çıkıyor:
Bulut işlem altyapılarını destekleyen veri ambarlarının artık “Mega Watt” ile ölçülmesi. Daha önceki Bitcoin analizimizde, dijital/kripto varlıkların karşılığının enerji ve işlem gücü olduğunu tartışmıştık.
Yatırımların kurumsaldan bireysele doğru kayışı. Altın gibi geleneksel araçların birkaç alternatifi varken, dijital yatırımlarda seçenek sayısı milyonları buluyor.
Türkiye’de veri merkezleri ve yapay zekâ altyapısı giderek yaygınlaşıyor. Ancak bu teknolojiler ciddi bir enerji tüketimini beraberinde getiriyor. Yalnızca dijitalleşme değil, yapay zekâ uygulamaları da enerji yoğunluğu nedeniyle üretim tarafında yeni bir altyapı gerektiriyor. Türkiye bu alanda önemli adımlar attı: Net enerji ithalatı 2022’de 80 milyar dolar seviyesindeyken, geçtiğimiz yıl 50 milyar dolara kadar geriledi. Bu iyileşme sadece enerji fiyatlarındaki düşüşle değil, üretim verimliliğindeki artışla da bağlantılı. 2012’de bu düzeydeki enerji faturasıyla ancak 151 milyar dolar mal ihracatı ve 880 milyar dolar GSYH üretilirken, bugün aynı tutarla 262 milyar dolar mal ihracatı ve 1,3 trilyon dolarlık hasıla elde edilebiliyor.
Yatırımın demokrasiye yakın hali
Diğer taraftan, yatırımların kurumsaldan bireysele geçişi dönüşümün ikinci büyük ayağını oluşturuyor. Dünya Bankası ve benzeri kurumlar artık doğrudan finansman yerine; yeşil dönüşüm, toplumsal cinsiyet dengesi, şirket ölçeği gibi ESG kriterlerine dayalı mikro hedefli fonlama modellerine yöneliyor. Bu bireyselleşme bazılarına göre kaynak tahsisini zorlaştırırken, kimilerine göre sermayeyi demokratikleştiriyor. Burada kitle fonlama platformları öne çıkıyor. SPK onaylı bu dijital araçlar, 2024 itibarıyla 1 milyar TL’nin üzerinde hacme ulaştı. Bireysel yatırımcılar, sınırlı tasarruflarını hangi teknoloji veya girişime yönlendireceklerine bu platformlar aracılığıyla karar veriyor. Türkiye’nin “HIT-30” yüksek teknoloji programı da bu yapının stratejik omurgası olarak konumlanıyor.
Burası Türkiye! Protokol her zaman önemlidir; sadece gelenek değil, sistemin bir parçasıdır. Yatırım dünyasının küresel ölçekteki tüm bu dönüşümünü T.C. Hazine ve Maliye Bakanı Sayın Mehmet Şimşek tek bir slaytın tek bir grafiği ile sergileyebiliyor: Türkiye, ihracat gelirleri ve milli hasıla içindeki hizmet sektörünün artan payıyla, benzer ekonomilerden olumlu biçimde ayrışıyor. Üretimini buluta taşıyabilen, yatırımı bireyselleştirebilen ülkeler, geleceğin kazananları arasında yer alacak. Üretimin kıvılcımı artık buluttan çakıyor.

