İnşaat ve teminat mektubu

“Her savaş bir yanlış anlaşılmayla başlar.” — Oscar Wilde

Tahkim tarihine bakıldığın­da, inşaat sektöründeki hu­kuk savaşlarının da çoğu “teminat mektubu” yanlış anlaşıl­masından doğar. Londra’dan Ce­nevre’ye, Singapur’dan Dubai’ye kadar yüz milyarlarca dolarlık pro­jeler bu küçük ama güçlü belgelerin üzerine kuruludur. Ne var ki inşa­at tahkimlerinde uyuşmazlıkların neredeyse yarısı teminat mektup­larının çağrılması veya iptaliyle il­gilidir. Kimi zaman bir müteahhi­din kaderini, kimi zaman bir ülke­nin yatırım itibarını belirler.

İnşaat tahkiminde teminat paradoksu

Teminat mektupları (perfor­mance bonds), işverenin müteah­hide duyduğu şüphenin ürünüdür. 19. yüzyıl sonlarında İngiliz “Com­mon Law” geleneğinde “first de­mand guarantee” olarak doğmuş, 1950’lerde Londra piyasasında standart hale gelmiştir. Amaç, işin aksaması hâlinde işverenin hızlı bir finansal güvenceye ulaşmasını sağlamaktı.

Bugün bu sistem, çoğu zaman uyuşmazlıkların da tetikleyici­si haline gelmiştir. Müteahhit açı­sından bu teminat çok kritik sevi­yede bağlayıcıdır, bankaya rehin­li, işverene karşı kırılgan, hukuken bağımsız ama fiilen sözleşmeye zincirli.

Büyük davalar küçük paragraf farklarından

Dünya tahkim literatüründe te­minat mektupları konusundaki en tartışmalı davalar, aslında küçük ifade farklarından doğmuştur.

-Büyük bir petrol-gaz uyuş­mazlığında mahkeme, teminat mektubunu koşulsuz kabul etmiş ve işverenin çağrısını durdurma­mıştır. Hakem heyeti, teminatın sözleşmeden bağımsız niteliğini vurgulamıştır. Bu karar, Asya’nın tahkim abisi Singapur pratiğinde bankaların elini güçlendiren bir dönüm noktası olmuştur.

-Bir uluslararası inşaat tahki­minde müteahhit, çağrının kötü ni­yetli olduğunu iddia etmiş ancak mahkeme, ‘on-demand guarante­e’nin özüne müdahale etmeyerek işveren lehine karar vermiştir.

-Farklı bir yorum olarak Lond­ra’da yüksek yargı, çağrının “mani­festly unconscionable” yani açık­ça kötü niyetli olduğu kanıtlanırsa durdurulabileceğine hükmetmiş­tir. Böylece istisna doktrini ortaya çıkmıştır.

Uluslararası tahkim örneklerin­de de tablo benzer. Bazı dosyalar­da teminat çağrısı “açık kötü niyet” gerekçesiyle geçersiz sayılmış; ba­zı hakem heyetleri ise kararların­da aynı iddiayı kolaylıkla reddede­bilmiştir. Hukuk aynı ama adaletin yankısı coğrafyaya göre değişmiştir.

Uygulama ve doktrin arasında

Türk hukuku, teminat mektupla­rının “bağımsız taahhüt” niteliğini kabul eder. Yargıtay “garanti veren banka, borçlunun borcunu ifa etme­mesi halinde ilk talepte ödeme yap­makla yükümlüdür” demiştir, doğ­rusu bu işin ruhuna da uygundur.

Ne var ki uygulamada bu bağım­sızlık her zaman kolay korunmaz. Özellikle kamu ihalelerinde veya uluslararası EPC sözleşmelerin­de, müteahhitler teminat mektu­bunun sözleşmeye sıkı sıkıya bağlı olduğunu ileri sürer. Bu da tahkim süreçlerinde karmaşık bir üçlü iliş­ki doğurur: İşveren–müteahhit– garanti veren banka.

Türkiye merkezli şirketlerin Ce­zayir, Katar, Türkmenistan veya Suudi Arabistan projelerinde ya­şadığı teminat çağrısı krizleri ar­tık Londra Court of International Arbitration (LCIA), ICC Paris ve Dubai International Arbitration Centre (DIAC) gündemlerinde sık­ça yer alıyor. Çağrıların çoğu, first demand garantiler üzerinden ya­pıldığından, yerel bankalarla ulus­lararası finans kurumları arasında çatışmalar yaşanıyor. Devlet ban­kalarının verdiği garantilerde ege­menlik dokunulmazlıkları, para transferi izinleri ve yaptırım rejim­leri gibi ek engeller ortaya çıkıyor.

Neden hâlâ çözülemedi?

Sorunun merkezinde üç temel çatışma ekseni bulunuyor:

1-Teminat sözleşmesi ana söz­leşmeden tamamen bağımsız mı, yoksa ona tabi mi? Com­mon Law sistemlerinde “bağım­sızlık” ilkesi baskınken, Kıta Avru­pası geleneğinde “sebep ilkesi” da­ha belirgindir.

2-Kötü niyetli teminat mektu­bu çağrıları nasıl engellene­cek? İngiltere “kesinliği” ter­cih ederken, İsviçre ve Fransa “hak­kaniyet”e daha fazla alan tanır.

3-Banka güveni ile müteahhi­tin korunması nasıl dengele­necek? Zira finansal sistem istikrarı için bankaların ödeme yü­kümlülüğü sınırsız kabul edilirse, müteahhitler pratikte savunmasız kalır.

Bu üç eksen arasında bir denge henüz kurulamamıştır. Bu neden­le inşaat tahkiminde yeknesaklık hâlâ sağlanamamıştır.

ESG, yeşil finansman ve teminat

Günümüzün dünyasında te­minat mektuplarının yalnızca fi­nansal değil, çevresel bir boyut ka­zandığını görüyoruz. Artık yatı­rımcılar yalnızca “iş bitirildi mi?” sorusunu değil, “iş çevresel taah­hütlere uygun mu yürütüldü?” so­rusunu da sormaktadır.

Avrupa Yatırım Bankası’nın bazı pilot projelerinde, işverenin çev­resel ihlaller karşısında teminatı çağırabilmesi öngörülmüştür. Bu, klasik “performance bond” mantı­ğını kökten değiştirmektedir. Te­minat artık yalnızca işverenin fi­nansal güvenliği değil, aynı zaman­da “sürdürülebilirliğin teminatı” haline gelmektedir.

Bu yaklaşım, geleceğin tahkim dosyalarında yepyeni sorular do­ğuracaktır:

1“Karbon emisyonu taahhüdü ihlal edildiği için çağrılan te­minat geçerli midir?”

2“Garanti veren banka ESG raporlaması yapmadıysa so­rumlu tutulabilir mi?”

Bu sorular, tahkim pratiğinin çevre ve finans hukuku ile daha sı­kı entegrasyonunu zorunlu kıla­caktır.

Hukuk ve finansta kesişme noktası

İnşaat sektörü, ekonomik büyü­menin motoru ama tahkim istatis­tiklerinin de en yoğun alanıdır. ICC verilerine göre 2025 itibarıyla ak­tif inşaat tahkimlerinin neredeyse üçte biri teminat mektupları kay­naklıdır.

Artık şu gerçeği teslim etmeli­yiz: Teminat mektupları sadece bir başlangıç güvencesi değil, huku­kun ve finansın kesiştiği stratejik bir alandır.

Yeni dönemde sözleşmeler sade­ce işin teslimi değil, riskin ve ada­letin doğru dizaynı üzerine kurgu­lanmalıdır.

Yazara Ait Diğer Yazılar