Yeni değil yine dünya düzeni: Nizam-ı alem ve devletin dönüşü

Dünya baş döndürücü bir hız­la dönüşürken, son kırk yılda “değişmez gerçekler” olarak be­nimsediğimiz pek çok ilke bugün giderek etkisini yitiriyor. Burada amaç felsefi bir tartışmadan öte re­alizm, ticaret akımlarının, devlet kapasitesinin ve güvenlik mima­risi reelpolitiğinin farklı bir yapı­ya bürünmüş olması. İçinden geç­mekte olduğumuz tarih tüneli sa­nıldığı gibi bütünüyle “yeni” bir çağdan çok, tarihin eski ritimleri­nin modern bir yüzle tekrar sahne­ye çıkmasıdır.

1980 sonrası küreselleşmenin merkezindeki temel varsayım ise şuydu: “Devlet ne kadar geri çe­kilirse, ekonomik düzen o kadar etkin işler.” Sermayenin engelsiz hareketi, üretim ve tedarik ağları­nın gezegenin her noktasına yayıl­ması ve kamunun sadece hakem rolüne sıkıştırılması bekleniyor­du. Bugün tablo tamamen değişti: Devlet sahneye yeniden çıktı. Da­ha görünür, daha aktif ve ekono­mik-stratejik tercihlerde belirle­yici bir aktör haline geldi.

Yeni 18. yüzyıl: Devlet yeniden sahneye çıkıyor

Uzun yıllar piyasa mantığının belirleyici olduğu dönemde, dev­letler çoğunlukla düzenleyici bir rol üstleniyordu. Oysa bugün tablo değişti. Güvenlik temelli ekonomi politikaları, stratejik özerklik ara­yışları, teknoloji-yatırım rekabe­ti ve arz güvenliği kaygıları devle­tin yeniden merkez aktör olmasına neden oldu.

Bu dönüşüm aslında 18. yüzyı­lın temel düşüncesini hatırlatıyor: Devlet gücünü korumak için eko­nomiye daha fazla dokunur. Bugün ABD’nin çip ve enerji sektöründe uyguladığı büyük kamu paketleri, Avrupa’nın stratejik sanayi fonla­rı, Çin’in devlet kapitalizmini daha da güçlendiren adımları aynı çizgi­de buluşuyor. Küreselleşme döne­minin “serbestlik” vurgusu, yerini “dirençlilik” kavramına bırakmış durumda.

Toplumsal etkileri de derin: Orta sınıfın beklentileri değişti, refahın genişleme hızı yavaşladı ve ekono­mik güvensizlik siyasal davranışla­rı yeniden şekillendirmeye başladı. Sadece ekonomi değil, toplumun psikolojisi de devletin güçlenme­siyle paralel bir dönüşüm içinde.

Hukukun dönüşümünde eski refleksler

Yapay zekâ, veri ekonomisi, siber güvenlik… Her şey “çağ atlıyoruz” havası veriyor. Ancak devletlerin bu alanlara yaklaşımı şaşırtıcı bi­çimde tanıdık. Her ülke kendi ve­risini sınırlandırıyor, kritik tekno­lojilerde yerli ekosistem kuruyor, hatta internetin sınırları yeniden çiziliyor.

Bu tablo, 18. yüzyılın merkanti­list refleksini çağrıştırıyor: Güç, ekonominin değil, güvenliğin üze­rinden tanımlanır. Bugün veri, pet­rolün yerini almış olsa da devlet ak­lı aynı: Egemenlik alanını korumak için kontrollü bir ekonomik model.

Bu dönüşüm hukuka da yansıyor. Tahkim, yatırım sözleşmeleri ve uluslararası uyuşmazlıklar yeni bir içerik kazanıyor. Devletin stratejik sektörlerde ve enerji dönüşümün­de daha aktif rol alması, hukuk ile ekonomi arasında yeni bir gerilim hattı yaratıyor. Uluslararası tahki­min son yıllarda büyümesinin se­beplerinden biri de bu: Devlet ile yatırımcı arasındaki sınır yeniden belirleniyor.

Bu noktada, hukuk artık yalnız­ca bir “hakem” değil; ekonomik dü­zenin bir unsuru. Sözleşmeler da­ha fazla kamu yararı vurgusu taşı­yor, tahkimde devletlerin savunma stratejileri değişiyor, yatırımcı risklerini hesaplarken hukuki be­lirsizliği de fiyatlamaya başlıyor. Eskinin serbest piyasa mantığı, ye­rini bir tür “hukuki milliyetçiliğe” bırakıyor.

Türkiye’nin konumu: Risk ve fırsat eşiği

Türkiye bu dönüşümün tam or­tasında yer alıyor. Coğrafi konu­mu, ticaret yolları, enerji koridor­ları, bölgesel diplomasisi ve üretim kabiliyeti sayesinde yeni dönem­de önemli bir pozisyona sahip. Or­ta Koridor projesinin güçlenmesi, Zengezur Trump Koridoru, Kör­fez ile stratejik yatırım işbirlikle­ri, karbon düzenlemelerinin ihra­cat politikalarını yeniden şekillen­dirmesi… Hepsi Türkiye’nin hem risklerle hem fırsatlarla dolu bir ge­çiş döneminde olduğunu gösteri­yor.

Bu nedenle Türkiye'nin ekono­mik rekabet gücü, yalnızca maliyet veya yatırım ortamı gibi geleneksel parametrelerle değil, aynı zamanda hukuki altyapının öngörülebilirli­ği, uluslararası uyuşmazlık çözüm mekanizmalarının etkinliği ve dev­let-yatırımcı ilişkilerinin şeffaflı­ğı ile belirlenecek. ISTAC ve diğer tahkim merkezlerinin itibari ola­rak güçlenmesi, Türkiye’nin bölge­sel tahkim merkezi olma iddiası­nı destekler nitelikte. Uluslarara­sı hukukta bir marka oluşturmak, yeni dönemin en kritik rekabet un­surlarından biri haline geliyor.

Leviathan geri dönüyor

Bugün yaşadığımız dönüşüm, “yeni bir dünya düzeni”nden ziya­de, tarihin döngüsel ritminin ge­ri dönmesidir. Devlet yeniden güçlenirken, piyasa daha temkin­li hale geliyor; güvenlik, verimlili­ğin önüne geçiyor. Modern araçla­rımız farklı olabilir—yapay zekâ, veri ekonomisi, dijital altyapılar… Fakat düşünsel zemin şaşırtıcı bi­çimde eski.

Victor Hugo’nun söy­lediği gibi: “Gelecek, geçmişin yeni bir ışıktaki yansımasıdır.” Bugün o ışık teknoloji olabilir, enerji olabi­lir, hukuk olabilir. Ama ritim aynı: Devletler geri döndü. Bu dönüşü­mü doğru okuyan ülkeler kazana­cak; yanılgıya düşenler ise tarihin yeniden yazıldığı bu dönemde ge­ride kalacak.

Yazara Ait Diğer Yazılar