Papa’lık ve siyaset
Katolik dünyasının ruhani merkezi olan Papalık kurumu tarih boyunca yalnızca teolojik değil, politik tartışmaların da konusu oldu; çünkü politikti. Batı Roma İmparatorluğu’nun yıkılışından sonra boşluğa düşen Avrupa coğrafyasında merkezi otorite ve norm sistemi ihtiyacına cevap veren kilise kurumunun zaten salt bir inanç merkezi olarak konumlanması mümkün değildi.
Kilise, dini alandaki meşruiyetini ‘Petrus doktrini’, politik alandaki iddiasını ise ‘iki kılıç kuramı’ ile temellendiriyordu. ‘Petrus doktrini’ İsa’nın havarisi aziz Petrus’u Hristiyanlığın sonraki lideri ve onun halefi olan Roma piskoposunu da diğer tüm piskoposların başı ilan etmekteydi.
İki kılıç kuramı ise Tanrı’nın dünyayı yönetmek için ruhani ve dünyevi otoriteler oluşturduğunu; ruhani otoriteyi temsil eden din adamlarının kralların, yani dünyevi otoritelerin üzerinde olduğu iddiasına dayanıyordu. Krallar papalığın önünde diz çökmeli onların hükümlerine boyun eğmeliydi. Yüzyıllar boyu bunu sağlamayı başardılar da; ta ki sanayi toplumunun doğuşu ve aydınlanma düşüncesi ile birlikte yükselen bir politik dönüşümün ürünü olan ulus devletler sistemine geçişe kadar.
Papalık kurumunun dönüşümü
Zaman içinde; hem ekonomik ve sosyolojik değişime hem politik rekabet ve savaşlara hem de kilisenin kendi içerisindeki bölünmelere karşı ayakta kalan Papalık kurumu şimdilerde 1.3 milyarlık bir nüfusa ulaşan Katolik dünyasını temsil edebilme becerisini iyi kötü yerine getirmeyi başardı. Bugün objektif bir yorum yapma arayışında olan her analist özellikle dünya kamuoyu algıları konusunda yorum yaparken Papalığın etkisini dışarıda tutarak doğru bir analiz yapamayacağını bilir.
Zira aydınlanmanın babası, seküler filozof Voltaire’in dediği gibi “papalık kurumu başlangıçta küçük bir balık gibi iken zamanla bir balinaya dönüşüp denizlerin efendisi olduğunu”, bu yetkisini de Tanrı’dan aldığı iddia ederek yanılmazlık zırhını giyen alternatif bir siyasi otoritedir. Oysa “kendisini Kutsal Roma İmparatorluğu adıyla anan, bu bir araya toplanmış topluluk ne kutsaldır; ne Romalıdır; ne de imparatorluktur”.
Bu görüş, Orta çağdan Aydınlanma sürecine geçişle birlikte gelişen ve bugünün Avrupa’sını yansıtan norm ve değerler sisteminin temelini oluşturan maneviyat-siyaset ayrımının da temelidir. İki kılıçtan biri Papalığın elinden alınacak, hatta diğer kılıcın kafasına estiği gibi sallanmasının da önüne geçilecektir. Dini otoritenin dünyevi otoriteden bağımsız bir biçimde hareket etmesi, yeni dönemde istenmeyen bir durumdur. Papalığın etki alanı sanayi toplumu ve ulus devletler sistemine geçişle birlikte mümkün olduğu kadar daraltılacaktır.
Papalığın siyaseten yeniden doğuşu
Polonyalı Papa II. Jean Paul’ün (1978-2005) göreve gelmesi, papalığın yeniden siyasi etkinliğinin zirvesine ulaştığı bir döneme işaret eder. Karizmatik kişiliği, entelektüel derinliği ve dünya siyasetindeki aktif rolüyle Papa Jean Paul, kurumu özgürlüklerin savunucusu bir ahlaki ve siyasi otoriteye dönüştürmüş, SSCB’nin dağılması ve iki kutuplu sistemin çözülmesindeki etkin rolüyle bu imaj pekişmiştir.
Onun döneminde dinler arası diyalog başlatılmış, Galileo nezdinde bilim insanlarından özür dilenmiş, Haçlı seferleri nedeniyle acı çeken tüm dini topluluklardan -Müslümanların adı anılmadan (!)- af dilenerek bağışlanma çağrısı yapılmıştı. Bu, bir anlamda yanılmazlık iddiasıyla giyilen, Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcisi zırhının çıkartılması anlamına geliyordu. Papalar yanılabiliyordu; peki ya Tanrı?
Papa Francis’in ardından
Modern çağda Papalıktan istifa eden ilk kişi olan Benedictus XVI’nin ardından koltuğa oturan ve Cizvit kökenli Arjantinli bir din adamı olan Papa Francis, kendi tercih ettiği papalık ismini yoksulluk ve barışla özdeşleşmiş Aziz Francesco de Assisi’den almıştı. Geçen hafta hayatını kaybeden Papa Francis, birçok konuşmasında din adına işlenen günahlardan duyduğu utancı ve üzüntüyü dile getirmekten kaçınmamıştı.
Vatikan yerine mütevazı bir konukevi olan Santa Marta’da yaşayan ve kendisini hizmetkâr olarak konumlandıran Papa Francis, insan kaynaklı iklim sorunlarına değinen ilk Papa idi. Zenginlik ve küresel kapitalizme yönelik eleştirilerinin yanı sıra Filistin meselesine de özel bir duyarlılık gösteren Papa Francis’in dayanışma amacıyla her gün Gazze’deki Latin Katolik Kilisesini aradığı ve oradaki durumu sorduğu biliniyordu. Filistin halkının acısını derinden hissettiğini söyleyen Francis “Bu bir savaş değil, insanlık trajedisi” diyerek sistemin efendilerine göndermelerde bulunmayı ihmal etmemişti. Ölümünün ardından “öldü değil yaşadı” yazılmayı hak edenlerden oldu.