Silahlara veda
Hannah Arendt, “İktidar ve şiddet birbirine zıttır; birinin hüküm sürdüğü yerde diğeri yoktur” der. Ona göre bir silahın namlusundan belki itaat doğabilir ama gerçek bir iktidar asla. Haklıdır da. Şiddet, olsa olsa iktidarsızlığın örtülmesinde bir araç niteliği taşır. Bir aile içerisinde de, mahalle arasında da, ulusal ya da uluslararası ortamda da aynı prensip geçerlidir. Otorite, yönetim erkine diğerlerini ikna edemediğinde, gönüllülük sağlayamadığında ya da kitleyi istediği gibi yönlendiremediğinde, yani kısaca “muktedir olamadığında”, şiddete başvurmak bir çözüm yolu olarak görülür. Buna karşın zor kullanımıyla sağlanan itaatin, sorunu daha karmaşıklaştırdığı, direnişi daha da konsolide hale getirdiği ve karşı şiddeti beslediği de bir vakıadır.
Şiddet tıpkı bir ağrı kesici gibi geçici rahatlık sağlasa da temeldeki sorunu çözmediği gibi zamanla eski etkinliğini yitirir. Üstelik altta yatan kök nedenin dallanıp budaklanmasına neden olacak kapatıcılığı sağlar. Hastalık metastaz yaparak içeriden yayılır ve kimi zaman önüne geçilemez bir hale de gelebilir. Bu nedenle devlet aygıtının şiddet kullanma tekeli bulunsa bile bunun sınırlarının belirli olması; devletin kimi tasarrufları karşısında bireylerin veya grupların haklarının yasal garantilerle korunması demokratik sistemlerin olmazsa olmaz koşuludur.
Örgütsel şiddetin meali
Şiddet kullanımı ister iktidar tarafından isterse direniş misyonuna soyunan örgüt tarafından gelsin kitlenin gözünde bir meşruiyet zemini bulmak durumundadır. Bu nedenle kullanılan şiddet hangi düzeyde olursa olsun mutlaka hikayesiyle birlikte sunulur. Her iki taraf da karşıdan gelen şiddetin acımasızlığından, haksızlığından, kötücüllüğünden söz etmek ve kendi şiddet kullanımını kabul edilebilir bir formatın içinde ve mümkünse romantik bir çerçevede sunmak durumundadır.
Devlet, ontolojisi gereği şiddet kullanma tekeline sahiptir; ancak yasal sınırları bulunur. Oysa bireyler ya da örgütlerin yasal olarak şiddete başvurmaları yasaktır. Yasak olan şeyin sınırı olmaz; olsa da doğal olarak kullanana bir engel teşkil etmez.
Terör örgütleri açısından meşruiyet sağlamak çok daha zor olduğundan mitsel anlatılar, kahramanlık destanları, öcüler, şeytanlaştırılmış figürler olmazsa olmaz niteliktedir. Eylemlerin tamamlayıcı parçalarıdır bunlar. Bu nedenle örgüt açısından kitle ile bütünleşmede anlatılar, silahlı eylemlerden çok daha etkili araçlar haline gelirler.
Devlet otoriteleri ise örgütün anlatısına karşı kitleselleşmeyi engellemek adına karşı anlatılar geliştirmek, üretilen yalanları ayyuka çıkarmak ve bir yandan da eğer varsa üretilen kötülükleri kendisinden uzak tutmak zorundadır. Zira şiddetin olduğu ve otoritenin zayıfladığı her ortamda yozlaşmış devlet unsurları, çürüyen sistemden beslenen asalaklar ve istemeden de olsa örgüte destek oluşturabilecek aksayan politikalar söz konusu olabilir. Nitekim eli silahlı küçük bir grup, zaman içerisinde on binlerce militanı ve milyonlarca sempatizanı olan, devlete bağlılığı zayıflamış kitlesel bir siyasi harekete dönüştüyse orada stratejik bir hata yapıldığından bahsedebiliriz.
PKK’nın vedası
40 yıldır varlığını şiddetle meşrulaştırmaya çalışan bir örgüt için silah, yalnızca ateşli bir metal parçası değildir; aksine politik varlığın kimlik belgesidir. Dolayısıyla silah bırakma eylemi sadece şiddet araçlarının terk edilmesi değil, aynı zamanda örgütün varlık sebebinin, inşa edilmiş bir inancın ve kolektif kimliğin, grup mitolojisinin ve ebedi mücadele anlatısının radikal dönüşümüdür.
PKK, şiddetle var olmuş bir terör örgütüdür. Kitleselleşmesi ise ürettiği anlatının bölge insanındaki kolektif travmalarla örtüşmesi sayesinde mümkün olmuştur. PKK, mağduriyet ve kurbanlık halini, direniş ve kahramanlık hikayeleriyle birlikte harmanladığı gibi, bu harmanı uluslararası kamuoyuna pazarlamayı başarmış profesyonel bir iletişim stratejisinin ürünüdür. Küresel destekle palazlanmış bir bölgesel aktördür.
Tam da bu nedenle örgütün lağvedilmesi ve PKK mensuplarının silahlarını yakarak bırakması birçok şeye veda anlamını taşır. Zira silahların bırakılması yoluyla şiddet stratejisinden vazgeçilmesi örgütün yıllar içerisinde ürettiği kolektif kimliği yani “bizlik” duygusunu çözecektir. Örgüt bugüne kadar hem kendi içerisinde hem de dış dünyaya kendi kimliğini sunarken şiddet repertuarını bir meşruiyet kaynağı olarak kullandığından, gelinen noktada bu kimlikten vazgeçişin ideolojik bir gereksinim ve boşluk yaratacağı ortadadır.
Silah bırakmak, dağ mitolojisi ile siyasal şiddet anlatısını kutsamış bir grup açısından bir tür var oluş kaygısı üretecektir. Müzmin çatışma kuramcısı Edward Azar böyle durumlarda yeni sembolik, ideolojik ve siyasi araçlara yönelme ihtiyacının başka sorunlar doğurabileceğinden söz eder. Bu yüzden önümüzdeki dönemde yeniden benzer sorunlarla karşılaşmamak adına proaktif ve stratejik adımların atılması, silah bırakmanın gerçek bir vedaya dönüşmesini sağlayacak en önemli bileşenlerdir.