Siyaset ekonominin en yoğun ifadesidir
C-düzey poziyonlara bir yenisi geliyor: CGO-Chief Geopolitics Officer. Jeopolitika yöneticisi. Harvard Üniversitesi Jeoekonomi Grubu MBA öğrencilerine dönük faaliyetlerine hız verdi. Geçen haftaki duyurusunda jeopolitik risklerin artık bir yan mesele olarak görülmesi devrinin kapandığını vurguladı. Şimdiye kadar dışarıdaki danışmanlara bırakılan bir alan olan jeopolitik riskleri bundan böyle şirket içinde takip etmek gerekecek. Uzak görüşlü şirketler, ticari çıkarlar ile devlet idaresi arasındaki ilişkiyi kendi içlerinde oluşturacakları CGO pozisyonu ile takip edecekler. Ekonomi ve siyaset o kadar iç içe geçmiş durumda ki, bunu yönetemeyen şirketlerin başarısız olması kaçınılmaz.
Jeoekonomi terimi, şimdiye kadar pek gündemimizde değildi. Çünkü geçerli ekonomik öğreti bize ekonominin ve siyasetin birbirinden tamamen ayrı iki alan olduğunu vaaz ediyordu. Ekonomi içine siyasetin bulaşmadığı çok teknik bir alan olarak görülüyordu. Devlet, düzenlemeleri yapar, hakem rolü oynar, ekonominin gündelik işleyişine müdahale etmezdi. Ekonomi biliminin sürekli tekrarlanan bu kabulüne rağmen, ekonomik aktörlerin tamamı, adı konmasa da durumun hiç de böyle olmadığının tabii ki farkındaydı. Siyasetin üzerinde adeta bir görünmezlik şalı vardı.
Fakat Trump’ın başlattığı ticaret savaşları bu görünmezlik şalını kaldırdı. Siyasetin ekonomik kararlar üzerindeki etkisi en görmek istemeyenin bile gözünü kaçırmasını imkansız hale getirdi. Artık ülkeler arası güç mücadelesinde alınan pozisyonlar ekonomik durumu belirler oldu. Jeoekonomi tartışmaları bir anda hızlandı. Bunun son örneği geçen haftalarda John Hopkins Üniversitesi’nde yapılan bir konferans.
Bu geçici değil, kalıcı bir durum. Yani, ülkeler arasında yeni sürtüşmelere, bilek yarışlarına hazırlıklı olmak gerekiyor. Çünkü, neoliberal paradigma DÜNYA gazetesindeki Bye bye Neoliberalizm başlıklı ilk yazımda anlattığım gibi çöküyor. 1980’lerin neoliberal paradigması yerini merkantilizm ve korumacılığı öne çıkaran ve devletin hakem rolünü terk ederek ekonominin gündelik işleyişine yoğun müdahalesini gerektiren yeni bir anlayışa bırakıyor.
Bugün ülkeler arası ekonomik rekabet, siyasi güç mücadelesine dönmüş durumda. Bu güç mücadelesinde en baştaki iki ülke Çin ve ABD.
Geçen hafta ABD-Çin arasındaki ticaret görüşmelerinde çıkan ateşkes kararını da bu çerçevede değerlendirmek gerekiyor. Dünyanın en büyük iki tüccar ülkesi arasında varılan anlaşmanın kırılganlığını görmeyip, nihai ve kapsamlı olduğunu düşünmek biraz safdillik olur. Unutmayalım ki iki ülke arasında 2018- 19’da varılmış olan anlaşma da kalıcı olmamıştı. Bu yüzden küresel ticarette olası dalgalanmalara hazırlıklı olmak gerekiyor.
Zaten küresel düzeyde ekonomi politikasında belirsizlik giderek artıyor. Trump’ın izlediği politika çerçevesinde başka bir sonuç beklemek mümkün değil. Bundan sonra gümrük tarifeleri ne olursa olsun küresel ticarette ortaya çıkmış olan zararı telafi etmek mümkün olmayacak.

Ekonominin en yoğun ifadesi olarak ticaret savaşları
Ekonomi alanında liberal politikalardan korumacı ticaret politikalarına dönülürken, siyasette de geçerli anlayış değişiyor. Rakibe kıyasla durumun nasıl değiştiğini öne çıkaran sıfır toplamlı oyun mantığı siyasi zihniyeti belirler hale geliyor. Bu anlayışta nihai refah düzeyi değil, kimin ne kazanıp ne kaybettiği önemli.
Kimin derken, meseleye sadece ülkeler bazında da bakmamak lazım. Çünkü dış ticaret kazançları, hiçbir zaman ülkeler içinde eşit ve adil biçimde bölüşülmüyor. Kimilerinin payına büyük kârlar düşerken, genellikle çoğunluğun payına düşen sefalet oluyor.
“Savaş siyasetin başka araçlarla sürdürülmesidir” sözü iyi bilinir. Ama Lenin’in 1920 yılında söylediği “Siyaset ekonominin en yoğun ifadesidir sözü” daha az bilinir. Dünya ekonomisinde liberal rüzgarların yerini, aynen Birinci Dünya Savaşı ertesinde olduğu gibi, korumacılığa ve ekonomik milliyetçiliğe bırakmakta olduğu bu günlerde Lenin’in bu sözünü hatırlamakta ve ekonomi ve siyaset arasındaki karşılıklılık üzerinde durmakta fayda var.