Stratejik önem üzerine

Türkiye’nin stratejik de­ğerinden ve jeo­politik önemin­den bahseder­ken “nedir bu stratejik önem” diye sorduğu­muzda her dö­nem değişen farklı unsurla­rın belirleyici olduğunu gö­rürüz. Bazen Rusların Avru­pa’ya doğru yayılmacılığına karşı bir bariyer, bazen Batı medeniyetini radikallerden korumak için bir karantina bölgesi, kimi zaman medeni­yetler arası köprü, kimi za­mansa ticari koridorları bir­birine bağlayan bir geçiş hattı olarak çok önemliyizdir. Peki önemliyiz de, kime göre?

Stratejik önem dediğimiz şey, kendiliğinden ve öznel “biz merkezli” bir atıf değil­dir; kendimizi odak noktası­na alarak onu tayin edeme­yiz. Bu statü her zaman bi­rilerine göre ve birileri için “önemli” olunma halidir. Yani kendimiz değil başkaları açı­sından bir anlam ifade ettiği­mizi gösteren, her zaman bir başkasının tahayyülüne, çı­kar haritasına ve tehdit algı­sına göre şekillenen “edilgen” bir durumdur sözünü ettiği­miz. Bu açıdan bize göre stra­tejik öneme sahip yerlerle, bi­zi stratejik açıdan önemli kı­lan faktörler ayrı doğrultuları gösterebilir.

Örneğin Türkiye coğraf­yasının stratejik öneminden bahsederken anlattığımız as­lında ABD, Avrupa, Rusya vs. politikaları açısından sahip olduğumuz stratejik değerdir. Oysa bizim açımızdan şim­dilerde stratejik öneme haiz olan coğrafyalar güney sını­rımız boyunca uzanan Doğu Akdeniz ve Kıbrıs adası, Su­riye, Irak, İran hattı, Kafkas­ya ve Hazar havzası, Libya uzanımı, Kızıl deniz girişi ve çıkışı vs. gibi alanlardır. Yani bizim için önemli olan ile bizi önemli kılan şeyler farklıdır. Bunlar, çevre coğrafyalarda­ki politik, ekonomik ve tekno­lojik değişimlere bağlı olarak yenilenebilen bir dizilim ha­linde sıralanırlar.

Zamanın stratejik ruhu

Esasen bir coğrafyanın ya da kaynağın stratejik olarak tanımlanıp tanımlanmama­sı, büyük ölçüde zamanın ru­hu tarafından belirlenir. Dün­ya hep değişir; algılarımız, hayallerimiz, zorluklarımız, avantajlarımız gibi. Tehdit­ler, riskler, düşmanlar değişir; tıpkı fırsatlar, hedefler, amaç­lar, beklentiler gibi. Teknolo­jik gelişme önemli saydıkları­mızı önemsizleştirebilir; ol­madık şeyleri çok önemli hale getirebilir.

Kömüre ulaşmak için yakıp yıkılan sistemler, zamanla petrole ulaşmak adına enka­za çevrilenler; bir zaman son­ra nadir toprak elementleri ve yarı iletkenlere ulaşmak için tarumar edilen başka halkla­ra dönüşebilir. Tam da bu ne­denle devletler hiç bitmeyen bir açlıkla yeni alanlara açıl­ma, yeni coğrafyaları “stra­tejik” olarak tanımlama ve yeni savaşlara girme yolunu hep açık tutarlar. Uluslarara­sı ilişkiler teorisyeni Kenneth Waltz’un da ifade ettiği gibi “stratejik önem mutlak değil, bağlamsaldır.”

Tarih bu dönüşümün izle­riyle doludur. Örneğin I. Dün­ya savaşına doğru gidilen taş­ların döşendiği 19. yüzyıl bo­yunca Anadolu coğrafyası Ruslar için sıcak denizlere in­menin, Britanya için Hindis­tan yolunu ve Boğazları kont­rol etmenin, Fransa için Doğu Akdeniz’deki sömürge etkin­liğini artırmanın, Almanya için Bağdat Basra demiryolu üzerinden Orta Doğu'ya açıl­manın ana rotasıdır. Vahşi bir sömürge paylaşım sava­şının tam orta yerinde “hasta adam” olarak tanımlanan im­paratorluğun her bir parçası sömürgecilerin stratejik ya­yılma alanı açısından hayati öneme sahiptir.

II. Dünya savaşı öncesin­de ise Boğazlar'ın statüsü en kritik meselelerden birisi ol­duğundan Türkiye bölgesel ve küresel denklemin merkezi­ne oturmuştur. Savaş sonra­sı kurulan ideolojik kutuplaş­maya dayalı Soğuk Savaş den­gesinde Türkiye’nin stratejik rolü, SSCB’nin güneye ve Av­rupa’ya doğru açılmasını dur­duran bir tampon devlet sta­tüsüdür. Türkiye’nin önemi artık NATO’nun güneydoğu kanadını korumakla görevli bir askeri üs, bir ideolojik ba­riyer içeriğindedir. Bu önem, Türkiye’nin Batı ittifakından uzaklaşmasına izin verme­den, bir eklem noktası olarak tutulması halinde hep geçer­li kalacaktır. Lakin eğer ken­di başına ve kendi çıkarlarına dayalı bir politika uygularsa Kıbrıs harekatındaki gibi ce­zalandırılacak, dışlanacak ve türlü yaptırımlarla eski sta­tüsünden kopmasına asla izin verilmeyecektir.

Berlin Duvarı'nın yıkılma­sıyla birlikte başlayan 1989 sonrası küreselleşme döne­miyle birlikte daha önce ku­rulan tüm kurum ve norm­ların yerlerinin sallanma­sı gibi Türkiye açısından da stratejik önemini koruyabi­leceği yeni bir rol arayışı ka­çınılmaz hale gelmiştir. 21. yüzyıla girilirken yaşanan rol karmaşasının çözümü “me­deniyetler buluşmasının” merkezi olarak konumlan­dırmakta bulunur. 11 Eylül terör saldırısının ardından yeniden şekillenen Batı’nın ruh dünyası artık düşman tercihini de yeniden biçim­lendirmektedir ve tampon alan yine Türkiye’dir. J.Me­arsheimer’in ifade ettiği gi­bi “stratejik olan kimin kimi durdurmak istediğine göre değişmektedir”.

Yeni stratejik önem algısı

“Zamanın ruhu neyi stra­tejik kılıyor” sorusunun ce­vabı özünde gündelik şovlar, zirveler ve çatışmalarla gö­zümüzü boyayan uluslararası arenacılıkta değil, teknoloji­nin yönünde, yeni ticaret ro­taları ve enerji ihtiyaçlarının geleceğinde ve yeni yükse­len Çin ile birlikte çoğullaşan başat güçler arası çıkar-den­ge ilişkisinde gizli. Kuşkusuz kadim ideolojik ve güvenlik kaygılarının, yani psikolojik faktörlerin de toplumlar ara­sı ilişkilerde belirleyici bir rol oynadığını ihmal etmemek gerekiyor.

Zira günümüz dünyası ya­rı iletkenlerin, büyük verinin, nadir toprak elementlerinin, deniz ve yer altının, kutup­ların, uzayın ve siber alanın birlikte şekillendirdiği yeni bir döneme işaret ediyor. Çok katmanlı, çok boyutlu ve çok karmaşık bir dünya sistemi­nin içerisinde korumamız, il­gilenmemiz gereken şey de kendi “stratejik önemimiz” değil, aksine bizim için “stra­tejik önem” taşıyan coğrafya­lar. Edilgen düşünce ve söy­lemden, etken ve proaktif ey­lem ve söyleme geçmiş olmak bu bakımdan çok değerli.

Yazara Ait Diğer Yazılar