Trump’ın savaş algısı

Kavramlar dünya­yı sadece betimle­mekle kalmaz, aynı za­manda algıladığımız gerçekliğin inşasını da sağlar. Zira insan zih­ni hiçbir zaman dün­yayı kendi nesnel ger­çekliğiyle kavrayamaz; kavramların yardımıy­la onu işleyerek yeni bir forma dönüştürür. Tıpkı bir re­sim çizer gibi, renkleri farklı ton­larda karıştırır ve tuvale aktarır. Böylelikle gerçek olarak bildiği­miz şey kendi özgün varlığından koparak bizim ürettiğimiz bir ta­sarıma dönüşür.

Zihin önceden kalıplanmış, sı­nırları belirlenmiş içerikler üze­rinden kendisine aktarılan for­matı kabullenerek kavramları kullanmaya başladığında ona ba­zı değerler de atfeder. Kavram­lar yoluyla gerçekliği kategorize eder; hiyerarşik olarak konum­landırır; doğru-yanlış dikotomisi içerisine yerleştirir; yani ham bir maddeyi proses ederek ürün ha­line getirir ve bizlere sunar.

Bu anlamda dil, pasif bir akta­rıcılıktan zihnin çalışma koşul­larını belirleyen etkin bir üreti­ci güç rolüne geçer. Kişinin kav­ramlara, kelimelere yüklediği anlam biyolojik, genetik, epige­netik, kültürel vs. kodlarla şekil­lense de dilin kullanımı bir top­luluk kavrayışı haline geldiğinde nüanslar ortadan kaybolur. Gus­tave Le Bon’un ifadesiyle birey­sel düşünce “kitlenin zihinsel birliği” yasasına tabi olur.

Siyaset evreninde de kimin düşman kimin dost, kimin iyi ki­min kötü, kimin terörist kimin savaşçı olduğu bu kalıpların içe­risine yerleştirilir. Michel Fouca­ult’un ifadesiyle “söylemin üreti­mi kontrol edilir; seçilir; düzen­lenir ve yeniden dağıtılır." İktidar önce dilde kurulur ve sürekliliği dille sağlanır. Siyasi otoritenin bilgi ve enformasyon sistemleri üzerinde kurduğu baskı iktida­rın gerçeğin inşası anlamında ha­yatidir. Foucault’un ‘hakikat re­jimi’ diye tanımladığı bu düzen önceden anlam yüklenilmiş bazı kavramların kullanılmasını dikte eder, bazılarını lanetler ve unut­tururken bazılarını ise kutsar. Bu nedenle siyasi otoritenin ‘kav­ram değişikliğine gitmesi, yeni bir gerçeklik inşasının ve zihin­sel bir dönüşümün işareti olarak görülebilir.

Savunmadan Savaş Bakanlığı’na

ABD Başkanı Donald Trump’ın neredeyse 70 yıldır Savunma Ba­kanlığı olarak adlandırılan de­partmanı yeniden Savaş Bakan­lığı’na döndürmesi yalnızca ida­ri bir değişiklik değil; sembolik, tarihsel ve felsefi bir tercihin dı­şavurumu olarak kabul edilebilir. Bu, bir yandan 1789’dan 1947’ye kadar Savaş Bakanlığı olarak ta­nımlanan kurumun savaş sonra­sı savunma konseptine dönüş ko­şullarının ortadan kalktığına işa­ret ederken, diğer yandan da ‘güç, güvenlik, güvendelik gibi’ kav­ramların yeniden tanımlanma­sı gerektiğini göstermekte. Zira ‘soğuk savaş’ koşullarında geli­şen ve sonrasında da devam eden süreç “meşru savunma" hakkını küresel bir norm olarak benim­serken, bu yeni politik kurgunun barış, istikrar, diplomasi vs. gibi kavramların içeriğini değişime zorlaması kaçınılmaz.

Küresel lider ABD’nin resmi söylemindeki bu değişim yalnız­ca askeri evreni kapsayan basit bir güç gösterisi değil kuşkusuz. 1928’den bu yana uluslararası ilişkilerde norm dışı ilan edilen savaş halinin yeniden meşruiyet kazanarak normalleşmesi ide­olojik bir pandemiye dönüşebi­lir. Bu zihinsel dönüşüm, devlet­lerin savaşma nedenlerini sal­dırgana karşı kendini savunma, adaletsizlikle mücadele, insan haklarını koruma vs. gibi yumu­şak zeminlerden çıkartarak ulu­sal çıkarları koruma, yaşam ala­nı oluşturma, Tanrı tarafından vadedilmiş olana ulaşma vs. gibi sert mecralara çekebilir.

Böylesi bir yaklaşımın ABD, Rusya ve Çin ilişkilerini ve do­layısıyla NATO içi dayanışmayı olduğu kadar rakip blokların tu­tumunu etkilemesi, askeri itti­fakların konsolidasyonu, aske­ri endüstriyel kompleksin geniş­lemesi gibi sonuçlar yaratması muhtemeldir. Bu şekilde savaş zamanla yeniden Clausewitz’in tanımladığı şekliyle politika­nın başka araçlarla devam etme­si olarak kabullenilirken, “barış istiyorsan savaşa hazır ol” (civis pacem parabellum) ifadesi küre­sel bir slogana dönüşebilir.

Neden Savaş Bakanlığı?

Trump’ın bu değişiklik kara­rının (henüz Kongre onayından geçmese bile) orta vadede Ame­rikan toplumunun kitlesel psi­kolojisini etkileyecek sonuçlara yol açması şaşırtıcı olmaz. Ne mi olur? Dış dünyaya karşı yürütü­len saldırgan politikalar ülke içe­risinde zayıf halka bırakmayacak şekilde ‘otorite- itaat’ dengesini keskinleştirir. Zira savaş, birey­leri vatandaşa dönüştürerek on­lardan vatan için görev yapma, hatta gerekirse ölüme gitme vaa­dini talep eder. Devlet-birey iliş­kisinin temel motivasyonu bi­reysel sorumluluktan militarist itaate doğru kayar.

Sürekli tehdit ve alarm duru­muna geçen kitle, seferberlik ha­lini normalize eder. Asker millet tahayyülü kolektif narsisizmi ve milliyetçi mobilizasyonu zirve­ye taşır. Sadece dış dünyaya değil, kendisine benzer bir itaati sergi­lemeyene karşı da paranoya ge­liştiren kitle kutuplaşır ve savaşı kutsamayanlar devletten önce sa­vaşçı kitle tarafından ezilir. Oto­rite, savaşın sıradanlığını top­luma benimsetir ve mutlak biat sağlayarak kitleyi, eski köhnemiş kurumların da bertaraf edilmesi gerektiğine ikna eder. Böylece ye­ni Amerika idealinin inşası müm­kün olabilir. Belki de savaş dışarı­ya değil, içeriye karşı açılmıştır!

Yazara Ait Diğer Yazılar