Türkiye ve Lübnanlaşma

Tarih boyunca insan­lar arası ilişkilerin dinamiği dağılma ve top­laşma döngüsü üzerin­den şekil almıştır. Me­zopotamya uygarlıkla­rı, antik şehir devletleri, Roma İmparatorluğu, krallıklar, imparatorluk­lar, ulus-devletler, Avru­pa Birliği tipi entegras­yon hareketleri derken bugün geldiğimiz nokta ise olduk­ça dengesiz.

Üç ayrı eğilim aynı anda güçlü bir biçimde hissedili­yor. Acaba önümüzdeki dönemde insanlık tüm dünyayı ortak norm ve değerler sistemi altında bütün­leştiren bir “küresel yönetişim” (global governance) mekanizması­na mı geçiş yapacak, yoksa merkez devlet otoritelerini eskisinden çok daha güçlü kılan ulusal sınırları mı belirginleştirecek? Belki de o ulu­sal sınırları daha da parçalayacak ve mikro milliyetçiliklerin gelişi­mine ön ayak olacak. Bütünleşe­cek miyiz dağılacak mıyız; eğer da­ğılacaksak bu parçalanmanın ucu nereye kadar uzanacak?

Öncelikle şunu söyleyelim. Ta­rihteki en birleştirici dinamik ola­rak nitelendirebileceğimiz küresel­leşme olgusu ile insanlığı siyaseten en mikro ölçeğe kadar parçalanma eğilimine teşvik eden küreselleşme ideolojisi birbirinden farklı şeyler. Küreselleşme dediğimiz olgu spor­dan sanata, fikirlerden damak lez­zetlerine, üretimden tüketime, pi­yasa ve finansa, normlara ve değer sistemlerine vs. uzanan bir benzeş­me ve ortaklaşma durumuna işa­ret ediyor; üstelik bu benzeşme sı­nır tanımadan tüm yer küreyi kap­sıyor.

Küreselleşme ideolojisi ise içerisinde devlet otoritesine kar­şı bireyin haklarını ve alt kimlikle­rin gücünü artıran bir liberal söy­lemle geliyor. Devletin küçülmesini, onun bıraktığı alanda ise sivil top­lumun ve devlet dışı aktörlerin et­kin olması gerektiğini öngörüyor. Ancak milli kimliğin yerine dolu­şan etnik, dinsel, mezhepsel, mikro milliyetçi ideallerin nasıl dizginle­nebileceği konusundaki tek önerisi olan demokratikleşme söyleminin yetersizliğine de çaresi yok. Durum ortada!

Lübnanlaşma üzerine

Lübnanlaşma kavramı 1975 yı­lında patlak veren Lübnan iç savaşı sürecinde gündeme gelen ve ABD’li diplomat Jeane Kirkpatrick’in şöh­ret kazandırdığı bir terim. 1982’de Birleşmiş Milletler daimi temsil­cisi iken kullandığı “dost ülkelerin Lübnanlaşmasını engellemeliyiz” ifadesi o tarihten sonra kavramı po­püler hale getirdi. Kavramın özü şu: Parçalanmış bir devlet otoritesi; si­yasi yapının mezhep ve etnik temel­li ayrışması; silahlı milislerin dev­letten daha etkin hale gelmesi; dış güçlerin ülkenin iç siyasetine mü­dahale etmeye başlaması; uzun sü­reli iç savaş ve istikrarsızlık ortamı.

Esasen Lübnanlaşmadan ziyade Lübnanlaştırma üzerinden okun­ması gereken bir süreçten söz et­mek daha doğru. Zira Lübnanlaş­ma kendiliğinden oluşmuyor; itina ile inşa ediliyor; devamlılığı sağla­nıyor; gelişen süreçten beslenili­yor. Emperyalizmin yeni yüzü bu.

Oysa halklar aralarındaki farklı­lıklara rağmen birlikte yaşamaya meyilliler. Özellikle birlikte yaşam kültürüne cevaz veren bir siya­si anlayış varsa yüzlerce yıl hiçbir sorun çıkmadan hayat devam edi­yor. Ne zaman ki, uluslararası sis­temdeki tıkanmalar ve büyük güç rekabeti kan ihtiyacı hissediyor, o zaman dış müdahaleler gündeme geliyor ve yüce siyasi anlatılarla temellendirilen dağılma eğilimle­ri ön plana çıkıyor.

Büyüklük kur­ma iddiaları, Tanrı tarafından vaat edilme veya kanla sulanmışlık söy­lemleri, kolektif travmalar, mitler vs. ile beslenen fikir dünyasına dış emperyal müdahaleler eklenince ortada halk filan kalmıyor. Komşu komşuya düşman oluveriyor. Son­rası on yıllarca devam eden iç sa­vaşlar, ölümler, yıkımlar…

Türk, Kürt, Arap derken

Geçtiğimiz günlerde Sayın Dev­let Bahçeli’nin söylediği iddia edi­len “Cumhurbaşkanının iki yardım­cısı olsun; biri Kürt biri Alevi olsun” biçiminde bir ifadenin dolaşıma so­kulması konuyu daha da önemli hale getirdi. (Doğrusu ben pek inanma­dım ama güncel bir sohbet sırasın­da söylenen laflar belki amacından saptırılmıştır diye düşündüm.)

Bu sözler üzerine başlayan tartışma “Terörsüz Türkiye” sürecine de za­rar verebileceğinden Lübnanlaşma olgusuna dikkat çekerek bu öneri­yi değerlendirmekte fayda var. Zira siyasi ve sosyal kimliklerin farklı­laşması başka bir şey, farklı statüle­re yerleştirilmesi ise bambaşka. Üs­telik bu tür bir yaklaşım ulus devlet formatını uluslar devletine sokaca­ğından parçalayıcı dinamikleri de ön plana çıkarabilir.

Kaldı ki, Türkiye Cumhuriye­ti Anayasası cumhurbaşkanının da yardımcısının da etnik veya mez­hepsel kimliğine atıf yapılmasına engel teşkil ediyor. Nitekim eğer bir önceki seçimi Kemal Kılıçdaroğlu az farkla kaybetmeseydi bugün Kürt ve Alevi bir cumhurbaşkanımız ola­caktı. Yardımcısını Sünni ve Türk ya da Hristiyan ve Arap kökenli seç­mesi de mümkündü.

Ya da eğer Me­ral Akşener aday olsaydı ve kazan­saydı bir kadın cumhurbaşkanımız da olabilirdi. Zira Anayasamız en berbat haliyle bile cumhuriyetimi­zin kurucu değerleriyle korunan te­mel bir direğe yaslanmış durumda: Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlı­ğı. Bu nedenle de ne cumhurbaşkan­ları, ne yardımcıları, ne bakanlar ne de bürokratlar toplumsal kimlikle­rine göre konumlandırılabilirler.

Kimliklerimiz kuşkusuz bizi biz yapan, bizi insan kılan ve bir toplu­mun parçası haline getiren en özgün değerimiz; katman katman bedeni­mizi saran kılıflarımız. Ulusal kim­liğimiz de bunların en tutucu ve bir­leştirici olanlarından. Alt kimlikle­rin güçlenmesi ise devlet şemsiyesi altında toplaştığımız ulusal kimli­ğimizin zayıflaması anlamına geli­yor.

İnsanların devletlerinden çok cemaatine, mezhebine, sosyal grup liderine bağlılık göstermesi devlet aidiyetinin zayıflaması demek. Bu da Lübnanlaşma dediğimiz par­çalanma halinin başlamasına ne­den olacağından önceliğimiz aidiyet hissinin güçlenmesini sağlayacak şefkatli ve adaletli bir devlet siste­minin kurgulanması olmalı. Ne ol­duğumuzla değil, ne yaptığımızla değerlendirildiğimiz bir devlete ai­diyet bağı kurmamız çok daha kolay olacaktır.

Yazara Ait Diğer Yazılar