Anneliğin ağırlığı: Çiçeklerin ötesinde bir gerçeklik

Prof. Dr. Çisil SOHODOL
Prof. Dr. Çisil SOHODOL cisil.sohodol@dunya.com

Anneler Günü, her yıl Ma­yıs ayında çiçekçileri can­landırır, reklamlarda pas­tel tınılar belirir, bir anda herkes ‘annelik’ hakkında konuşmaya başlar. En çok da kutsallığından... Ama nedense kimse anneliğin sessiz ağırlığından, kadınların bu rol içinde nasıl silikleştiğinden bahsetmez. Çünkü annelik, toplu­mun kadına yüklediği en roman­tik ama en denetleyici kimliktir.

Anneliğe dair methiyeler arttık­ça, kadınların taşıdığı yapısal yük­ler gözden kaybolur. Oysa bu yük­ler, yalnızca fiziksel ya da duygu­sal değildir. Annelik, kadınlar için çoğu zaman sosyal, ekonomik ve mesleki bir eşiktir -ve çoğu zaman tek yönlü-. Kadın anne olduğun­da, yalnızca bir çocuk doğurmaz; onunla birlikte zamanı, bede­ni, hayalleri, görünürlüğü de bö­lünür. “Ayşe’nin annesi” olur. Adı geri çekilir, kimliği değişir, hayatı yeniden tanımlanır. Ve bu tanımın merkezinde, çoğu zaman kadının kendisi yoktur.

Perdenin ardındaki kadın

OECD’nin Cinsiyet Göstergele­ri Raporu’na göre Türkiye’de ka­dınların iş gücüne katılım oranı hâlâ düşük. Kadınların büyük kıs­mı doğum sonrası işine dönemi­yor. Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) ise doğumun kadınlar için hâlâ kariyerde büyük bir kesinti anlamına geldiğini, yönetici po­zisyonlara geçişte ciddi bir görün­mezlik yarattığını ortaya koyuyor. Aynı süreçte erkekler için ‘baba olmak’ çoğu zaman daha istikrar­lı ve saygı gören bir figüre dönü­şüyor.

Sistem, kadının üretkenliğini annelikle sınamaya devam edi­yor. Profesyonel sporcu kadınlar, hamile kaldıklarında sponsorluk desteğini kaybedebiliyor. Kadının doğurganlığı desteklenmesi gere­ken bir biyolojik süreç değil, ‘ve­rim kaybı’ olarak görülüyor.

STEM alanlarında kadın temsi­li hâlâ çok düşük. UNESCO veri­lerine göre dünya genelinde bilim insanlarının sadece yüzde 30’u kadın. Türkiye'de bu oran benzer seviyelerde. Ve bu kadınların ne kadarı anne olduktan sonra üret­kenliğini sürdürebiliyor, ne kadarı sistem içinde yükselme şansı bu­luyor, buna dair toplumsal bir sor­gulama neredeyse hiç yapılmıyor. Çünkü bilimin tarafsızlığı, kadın olduğunda sessizleşiyor.

İş dünyasında yapay zekâ araç­larını kullanan kadınların bile bil­giye erişimi farklı değerlendir­melere tabi tutuluyor. Harvard Üniversitesi’nden R. Koning’in li­derliğinde yapılan araştırma, ka­dınların bu tür teknolojileri er­keklere kıyasla daha az kullan­dığını gösteriyor. Sebebi: “Hile yaptığı sanılır mı?” korkusu. Ka­dınlar, doğru cevabı verseler bile teknolojik bir araçtan faydalan­dıkları için yetersiz ya da yanıltı­cı algılanmaktan çekiniyor. Çün­kü bilgiye erişimleri değil, o bilgiyi kullanma biçimleri bile denetle­niyor. Üstelik bu yalnızca teknik alanlarla sınırlı değil; her sektör­de geçerli.

Bu korku, kadınların iş yaşa­mındaki varlığını sadece daha kı­rılgan kılmakla kalmıyor; annelik­le birleştiğinde etkisi daha da kes­kinleşiyor. Çünkü bir kadın zaten ‘annelik’ gibi yumuşak bir kimlik­le tanımlanırken, bilgi sahibi ol­ması değil, şefkatli olması bek­leniyor. Böyle bir zeminde zekâ, strateji, teknoloji gibi alanlarda var olmak değil, sezgi ve duygu­sal emekle yetinmesi makbul sa­yılıyor.

Bekâr bir anne olduğunuzda ise durum daha da karmaşık. Hem evin geçimini sağlamak hem ço­cuk bakımı hem sosyal normla­rın dışına taşmadan yaşamak... Ve tüm bunların içinde bir de ‘yete­rince iyi anne’ olmak. UN Women raporları, yalnız ebeveynlik yapan kadınların sosyal yardımlara ve istihdama erişimde daha çok en­gelle karşılaştığını gösteriyor.

Yalnızlık sadece bekâr olmakla sınırlı değil. Çalışan, evli, anne ol­muş bir kadının da sistem içinde yalnız bırakıldığı anlar var. Hami­le kaldığında iş yerinde ona yönel­tilen bakışların değişmesiyle baş­lar her şey. Görünmeyen bir ‘yük’ olarak algılanır. Sessizce tered­düt edilir onun üzerine yeni görev verilmesine. İş görüşmelerinde kadınlara hâlâ acımasızca soru­luyor: “Yakın zamanda çocuk do­ğurmayı düşünüyor musunuz?”. O pozisyona güven duyulabilme­si için ‘annelik planları’nın olma­dığının bir şekilde kanıtlanması gerekir.

Kadın doğum yapar, birkaç ay sonra işe döner: Vicdansız, hırs­lı, anne olamamış... Kadın doğum yapar ve kendi isteğiyle kariyeri­ne ara verir: Tembel, evde oturup koca parası bekleyen biri. Her ha­lükârda yargılanır. Seçimi ne olur­sa olsun sorgulanır. Çünkü toplum kadının kararlarına değil, kalıpla­ra razıdır. Oysa bir kadının anne­likle ilgili kararı, onun hayatta kal­ma, gelişme ve mutlu olma stra­tejisidir. Kimi zaman doğurduğu anda işten çıkarılma korkusuyla, kimi zaman doğurmadığı için ‘ek­sik’ görülme baskısıyla şekillenir. Kadınlar bu iki uç arasında, çoğu zaman kendilerine ait olmayan bir yolda yürümek zorunda kalır.

Annelik sınavı

Kadınlara ‘anne olmak’ konu­sunda sonsuz övgüler sunan top­lum, o anneliğin içindeki gerçek deneyime dair hiçbir sorumluluk almak istemiyor. ‘Fedakârlık’ adı altında kadından kendinden vaz­geçmesi bekleniyor. Fakat bu vaz­geçişin sonunda ne bir koruma ne bir eşitlik ne de bir takdir var. An­nelik burada, bir değer değil bir sı­nav hâline gelir.

Kadınlar; hem çalışmak hem çocuk büyütmek hem üretmek hem duygusal yükü taşımak zo­runda kalır. Her rolde bir eksiklik­le, bir sorguyla, bir geri çekilmeyle karşılaşırlar.

Ve tüm bu tabloya rağmen An­neler Günü geldiğinde, birkaç kır çiçeğiyle bu derin yarıkların üzeri kapatılmak istenir. Sanki pembe bir kartpostal ile sistematik eşit­sizlikler silinebilirmiş gibi.

Kutsanmak değil, anlaşılmak

Anneler Günü, yalnızca kutla­maya değil, sorgulamaya da açıl­malı. Çünkü bir kadına çiçek ve­rip aynı anda hayallerini buduyor­sak, bu sevgi değil, sessiz onaydır. Gerçek kutlama, kadının yalnızca ‘anne’ değil, düşünen, üreten, ka­rar veren, hak talep eden bir birey olarak var olabildiği bir dünyada mümkündür.

Kadınlar sadece doğurmaz. On­lar kendilerini, hayatlarını, kim­liklerini defalarca yeniden kur­mak zorunda bırakılmış bir kuşa­ğın sessiz taşıyıcılarıdır. Onlara verilecek en büyük hediye, yücel­tilmek değil, anlaşılmaktır.

Ben de bir anneyim. Çocuğu­mun doğduğu gün, hayatım bo­yunca hissettiğim en derin bağı, en saf sevgiyi öğrendim. On yıldır her sabah onun gözlerine bakınca, insanın kalbi başka birinin bede­ninde atabiliyormuş gibi hissedi­yorum. Onun iyi, sağlıklı, mutlu bir birey olarak yetişmesi için ver­diğim emek, hayatımın en güzel hikâyelerinden biri.

Ama ben sadece bir anne deği­lim.

Ben düşünen, üreten, sorgula­yan, yanılan ve yeniden başlayan bir kadınım. Anneliğim kimliği­min en kıymetli parçalarından bi­ri olsa da tamamı değil. Ve bu top­lum, anneleri gerçekten onur­landırmak istiyorsa, onları önce birey olarak tanımayı öğrenmeli.

Gerçek kutlama, kadını yalnız­ca ‘anne’ olarak değil, tam da ol­duğu gibi -bir bütün olarak- gör­düğümüzde başlayacak. Ve belki o zaman, anneliğin yükü değil, ışığı daha çok yayılacak.

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar