Yapay zekâ çağında kayıp olan dünyalar

Bu hafta Guardian’da yayım­lanan ilginç bir analiz, yapay zekânın hayatımıza ne kattığından çok, ondan sessizce neleri kaybet­tiğimizi tartışıyordu. Yazının mer­kezindeki hikâye basit ama çar­pıcıydı: Dijital dünyanın dışında kalan bilgilerin, pratiklerin, ritü­ellerin, kavrayışların yani insanlı­ğın görünmez hafızasının hızla si­liniyor olması. Hepimizin her gün başvurduğu yapay zekâ sistemle­ri aslında dünyanın tamamını de­ğil, yalnızca dijitalde temsil edilen küçük bir bölümünü biliyor. Ve biz fark etmeden, bu eksik dünya ya­vaş yavaş gerçek dünyanın yerine geçiyor.

Bugün sorunun özü, bilginin elimizin altında olması değil. Asıl mesele, elimizin altında olmayanı artık hiç fark etmiyor oluşumuz. Çünkü dijitalde görünmeyen her şey, sanki hiç var olmamış gibi dav­ranılıyor. Oysa binlerce yıllık pra­tikler, yerel ekolojik zekâ, sözlü ge­lenekler, iyileştirme yöntemleri, tarım bilgisi, su yönetimi, mimari teknikler yani insanlık tarihi bo­yunca toplumları taşıyan bütün o bilgi çoğu zaman hiç kayda geçme­di. Yaşayarak, görerek, dokunarak, dinleyerek aktarıldı. Bugün ise ya­pay zekânın göremediği bu alan, bizim de göremediğimiz bir karan­lığa dönüşüyor. Ve burada yalnız­ca tarihsel bilgi kaybı değil, gelece­ğe yön veren kapasitenin de sarsıl­ması söz konusu.

Dijitalin dışında kalan bilgi neden kayboluyor?

Yapay zekâyı eğiten veri setleri­ne bakınca tablo ürkütücü bir sa­delikle ortaya çıkıyor. Deepak Va­ruvel Dennison’un analizine göre dünya nüfusunun yüzde 97’sinin konuştuğu diller “düşük kaynaklı” kabul ediliyor; yani dijital evrende yeterince temsil edilmiyor. Hintçe dünyada en çok konuşulan diller­den biri ama internet verilerinde payı yüzde bir bile değil. Tamilce, milyonlarca insanın anadili olma­sına rağmen veri setlerinde nere­deyse yok hükmünde. Afrika dil­lerinin çoğu, yapay zekâ açısından adeta görünmez.

Bu eşitsizlik en büyük kamuya açık eğitim veri kaynaklarından biri olan Common Crawl’da çok net görülüyor: 18 yıla yayılan 300 milyardan fazla web sayfasına rağ­men, dünya nüfusunun yalnızca yüzde 19’u tarafından konuşulan İngilizce verinin yüzde 45’ini oluş­tururken; dünya nüfusunun yüzde 7.5’i tarafından konuşulan Hintçe verinin sadece yüzde 0.2’sini, 86 milyon kişinin konuştuğu Tamil ise yalnızca yüzde 0,04’ünü temsil ediyor. Dil devleri bile görünmez­leşiyorsa, küçük dillerin durumu tahmin edilebilir: Yapay zekâ on­ları hiç duymuyormuş gibi davra­nıyor.

Bu dengesizliğin sonuçları yal­nızca kültürel değil; ekonomik, sosyal ve çevresel. Örneğin Hin­distan’daki doğal yapı teknikleri, nesiller boyu yerel ustaların elin­de şekillendi ama bunların hiçbi­ri dijital kaynaklarda yer almıyor. Son ustalar öldüğünde o bilgi de ta­rihten silinmiş oluyor. Aynı durum dünyanın farklı coğrafyaların­da yüzyıllarca su krizini önleyen göl sisteminde de görülüyor.

Ye­rel toplulukların su yönetimi bil­gisi yazılı değil, dijital değil, sade­ce yaşayan bir hafıza. Türkiye’de de durum benzer: Anadolu köyle­rinden kentlere göç eden yaşlı ku­şakların taşıdığı tarım, toprak ve mera bilgisi, dijital altyapı eksikli­ği nedeniyle kayboluyor. Yerel to­humların, taş yapı tekniklerinin, yerel tohum bilgisi ve göçer ekolo­jik zekâsı da dijitalleşmediği için ekonomik planlama süreçlerinde neredeyse hiç yer almıyor.

Tüm bu hikâyeler bize tek bir şe­yi söylüyor: Dijitalleşmeyen bilgi, yapay zekâ çağında “yok” sayılı­yor. Ve kimi zaman bir toplumun en kritik sorunlarını çözebilecek pratikler, sırf internetin veri ta­banına girmedi diye görünmez­leşiyor. Bu da ülkeler için yeni bir eşitsizlik alanı yaratıyor: Dijital­de görünmeyen bilgi, ekonomik ve politik karar alma süreçlerini bes­lemiyor; dolayısıyla ekrandan taş­mayan gerçeklikler, yönetimden de taşırılıyor.

Teknolojinin en büyük riski

Yapay zekânın tarafsız, kapsa­yıcı, sınırları genişleten bir tekno­loji olduğuna dair yaygın bir inanç var. Oysa modeller tam da dijital­de baskın olanı büyüten, az olanı silikleştiren bir işleyişe sahip. Sık tekrarlanan bilgi sürekli yükseli­yor; marjinal olan daha da marji­nalleşiyor. Buna “bilgi çöküşü” de­niyor: Zamanla, dijitalde en çok bulunan bilgi gerçekliğin kendi­siymiş gibi kabul ediliyor. Ve dik­kat çekici şekilde, LLM modelleri de bu sefer “unutulanı hatırlama­ma” üzerinden yeni bir eksikli­ği sistematik hâle getiriyor: Derin unlearning yöntemlerinin bile, düşük temsil edilen bilgileri tama­men silmeye ya da kapsayıcı hâ­le getirmeye yetmediği araştırma­larda gösteriliyor.

Bu yalnızca kültürel çeşitlili­ği değil, düşünme biçimlerimizi de tehdit eden bir durum. Çünkü her toplumun dünyayı anlamlan­dırma şekli, diliyle ve deneyimiy­le birlikte gelir. Bir dil kayboldu­ğunda, o dilin içinde saklanan doğa bilgisi, tarım yöntemi, etik sezgi, hatta estetik kavrayış da kaybolur. Yapay zekâ bu kaybı hızlandırıyor; sadece var olan eşitsizlikleri tek­rarlamakla kalmıyor, onları oto­matikleştiriyor.

Oysa iklim krizi, kuraklık, su taş­kınları, biyolojik çöküş tam da bu yerel zekânın ihmal edilmesinin bedeli. Ekonomi–teknoloji–kültür kesişiminde baktığımızda, dijital eğitim, şehir planlama, tarım po­litikaları artık sadece veriye değil; hangi verinin ölçülebildiğine bağlı bir oyun hâline gelmiştir. Böylece görünmeyen bilgi alanları politika, yatırım ve inovasyonun dışında bı­rakılıyor.

“Bilmediğini bilmek” bile bir tür bilgidir. Yapay zekâ çağında en çok ihtiyacımız olan da tam olarak bu entelektüel tevazu. Çünkü yapay zekâ, “her şeyi biliyormuş gibi dav­ranan” bir cehaleti yeni norm hali­ne getirme riski taşıyor.

Sonuç: Eksik hafızanın karanlığında gelecek kurulmaz

Bugün dünyayı yöneten karar­ların büyük bölümü dijitalde gö­rünen bilgiye yaslanıyor. Ama Gu­ardian’daki analiz, belki de uzun zamandır duymamız gereken uya­rının altını çiziyor:

İnsanlığın dijitalleştirilmeyen hafızası hızla siliniyor. Ve yapay zekâ, sadece bu hafızanın içinde­kileri büyütüyor; dışarıda kalan her şeyi unutulmuş birer ayrıntıya dönüştürüyor. Ve bu, ülkelerin yal­nızca kültürel değil, ekonomik re­kabet gücünü de zayıflatıyor. Çün­kü bilgi ve inovasyon yeniden üre­tilemez hâle geliyor.

Bu yüzden asıl risk “yapay zekâ insanlığı ele geçirecek” senaryosu değil. Asıl risk, yapay zekâya bak­tıkça insanlığın toplam bilgi ev­renini çok daha küçük sanmamız. Çünkü eksik bilen bir dünya, ek­sik çözümler üretir. Eksik çözüm ise felaketleri çoğaltır; ister iklim olsun, ister sağlık, ister toplumsal uyum.

Belki de başlamamız gereken yer şurası: Yapay zekâya olduğu kadar önce birbirimize, toprağa, yaşlılara, ritüellere, sözlü gelenek­lere kulak vermek.

Çünkü bilginin geleceği, teknik kapasiteden önce, neyi “bilgi” ola­rak görmeyi seçtiğimizde saklıdır.

Ve bazen, en iyi başlangıç “Bil­miyorum.” diyebilmektir. Çünkü bu cümle, yeniden öğrenmenin kapısını açar; kaybolmuş bilgeli­ği geri çağırır; dünya hakkındaki kör noktalarımızı fark etmemizi sağlar.

Belki de yapay zekâ çağında en çok ihtiyaç duyduğumuz zeka tü­rü tam olarak budur. Ve eğer bu tür bir “mütevazi zeka” yoksa, süper zekâ da insanlık için bir kurtarıcı olmaktan çok yeni bir kör noktaya dönüşebilir.

Yazara Ait Diğer Yazılar