Birleşemeyen krallık bölünen kıta
Londra’da düzenlenen yürüyüş yüz bini aşkın insanı sokaklara döktü. Alanda duyulan sesler göçmen düşmanlığını, ayrıştırıcı dili ve toplumsal barışı tehdit eden bir öfkeyi taşıyordu. Göçmen karşıtlığını yalnızca güncel politikanın ürünü olarak görmek eksik olur.
Londra’nın kalbinde geçtiğimiz hafta yaşanan sahne, yalnızca bir miting değildi. “Unite the Kingdom” adıyla düzenlenen yürüyüş, yüz bini aşkın insanı sokaklara döktü. Tommy Robinson’ın çağrısıyla örgütlenen bu kalabalık, göç karşıtı sloganlarla, ulusal kimlik vurgularıyla, Union Jack bayraklarıyla yürüdü. Ve her zamanki gibi mesele sadece bir şehir mitingi olmaktan çıkıp, Avrupa’nın genelinde yıllardır biriken öfkenin ve kutuplaşmanın yeni bir tezahürüne dönüştü.
İngiltere’nin göç politikaları üzerinden başlayan tartışma, aslında çok daha derin bir kimlik krizini görünür kıldı. Sloganlar “ifade özgürlüğü” kılıfıyla dillendirilse de, alanda duyulan sesler göçmen düşmanlığını, ayrıştırıcı dili ve toplumsal barışı tehdit eden bir öfkeyi taşıyordu. Polisle yaşanan çatışmalar, yaralanmalar ve gözaltılar bu öfkenin kontrolsüzlüğünü gözler önüne serdi.
Avrupa’nın aynasında Londra
Londra’daki bu sahneyi yalnızca İngiltere’nin iç meselesi olarak görmek yanıltıcı olur. Avrupa’nın farklı kentlerinde benzer gerilimler defalarca yaşandı. Mannheim’da bir aşırı sağ mitingi sırasında bıçaklı saldırgan hem göstericileri hem polisi hedef almış, bir polis ağır yaralanmıştı. Torino’da öğrenciler hükümetini protesto ederken barışçıl başlayan eylemler kısa sürede polisle şiddetli çatışmalara dönüştü. Fransa ve Hollanda’da göçmen karşıtı hareketler, ekonomik krizle birleşerek şehir meydanlarını radikalleştirdi.
Uluslararası veri tabanları da bu tabloyu doğruluyor: Avrupa’da radikal sağ grupların yol açtığı şiddet olayları 2020’den bu yana düzenli biçimde artıyor. Dolayısıyla Londra’daki yürüyüş, tesadüfi bir patlama değil; kıta genelinde büyüyen bir trendin son halkası.
Sosyolojik ve ekonomik arka plan
Göçmen karşıtlığını yalnızca güncel politikanın ürünü olarak görmek eksik olur. Bu öfkenin ardında, modern toplumların derin sosyolojik ve ekonomik kırılmaları yatıyor. Sosyolog Émile Durkheim’in “anomi” kavramıyla tarif ettiği aidiyet kaybı, özellikle hızlı değişen toplumlarda belirginleşiyor. Kendisini ekonomik olarak güvende hissetmeyen, kimlik bağlarını zayıflamış gören kitleler, basit ve sert yanıtlar sunan aşırı sağ hareketlere daha kolay yöneliyor.
Ekonomik krizlerin rolü de göz ardı edilemez. İşsizlik ve hayat pahalılığı arttığında, göçmenler kolayca günah keçisi haline getiriliyor. “Bizim ekmeğimizi alıyorlar” argümanı, özellikle düşük gelirli kesimlerde güçlü bir yankı buluyor. Oysa resmi veriler, göçmenlerin çoğunlukla düşük ücretli sektörlerde istihdam edildiğini ve uzun vadede ekonomiye katkı sağladığını ortaya koyuyor. Fakat siyaset, kısa vadeli öfkeyi yatıştırmak yerine, çoğu zaman bu öfkeyi beslemeyi tercih ediyor.
Zygmunt Bauman’ın sözünü ettiği “akışkan korkular” da burada devreye giriyor: Belirsiz bir gelecek, hızla değişen toplum ve ekonomik güvencesizlik… Tüm bunlar, somut bir hedefe yönlendirildiğinde, kitlesel öfke kolayca sokaklarda radikalleşebiliyor.
Demokrasiye yönelik sessiz tehdit
Bu gösterilerde en çok öne çıkan argüman “ifade özgürlüğü” oluyor. Oysa mesele, özgürlüğün nerede başkasının güvenliği ve toplumsal huzuruna zarar verdiğidir. Londra’daki olay, özgürlüğün sınırlarının yalnızca hukukla değil, ortak yaşamın dengesiyle de belirlendiğini ortaya koydu.
Demokrasiler, kendilerini yok etmeye yönelen aşırılıklara karşı çaresiz olamaz. Polis bariyerleri tek başına yeterli değil; nefret söylemini eleştirel fikirden ayıracak net bir toplumsal bilinç, kutuplaşmayı azaltacak sosyal politikalar ve ekonomik adalet gerekiyor. Aksi takdirde “özgürlük” perdesi altında radikalleşme, demokrasinin temelini içeriden kemirmeye devam edecek.
Londra’daki “Unite the Kingdom” yürüyüşü, modern toplumların içinde biriken fay hatlarını açığa çıkaran bir örnek olarak kayda geçti. Aidiyet kaybı, ekonomik belirsizlik ve siyasetin kutuplaştırıcı dili birleştiğinde, meydanlarda yükselen sesler kolayca öfkeye ve şiddete dönüşebiliyor.
Tarih, bu tür anların sadece bir ülkenin değil, bütün bir kıtanın ve hatta dünyanın geleceğini etkilediğini defalarca gösterdi. Demokratik değerler, ancak ortak yaşam kültürüyle ve çoğulculuğun bilinçle sahiplenilmesiyle korunabilir. Bugün Londra’da yükselen çığlık bize bir hatırlatma yapıyor: Demokrasiyi ayakta tutan şey sadece kurumlar değil, toplumların birlikte yaşama iradesidir. Eğer bu irade zayıflarsa, hangi ülkede olursa olsun aynı soruyla karşılaşacağız: Geleceğimizi korkular mı, yoksa birlikte yaşam umudu mu şekillendirecek?