Barselona süreci 30 yaşında
Bir zamanlar ülkemizdeki kamuoyunda heyecanla tartışılan bir Avrupa Birliği projesiydi. Ülkemizde ise bu konu daha çok bize sağlayacağı ekonomik faydaları açısından tartışılmıştı. Uluslararası rekabet gücü artmış bir ekonomi inşasına yapacağı katkılar özel sektörümüz tarafından dikkate değer bulunmuştu.
Aslında Barselona süreci genel olarak Avrupa Birliği’nin (AB) Akdeniz’e kıyısı olan ülkeler yürüttüğü dış politikanın kapsamı ve sınırlarını belirleyen ortak bir belge olarak oluşturuldu. Temelde Akdeniz’in güneyinden gelebilecek olan ve AB’nin ekonomik ve siyasi istikrarını tehdit edecek sorunları ortadan kaldırmak ve/veya kontrol etmeyi amaçlamaktaydı. Kapsamı biraz değişse de hala öyle olduğu anlaşılıyor.
Nasıl üyelik yolunda olan Türkiye gibi birtakım ülkelere üyelik öncesi yürütülen görüşmelerde olduğu gibi, olası üye ülkelerin ekonomi ve kurumsal yapılarını AB ile uyumlu hale getirmek ve bu amaçla bazı reformlar koşul olarak şart koşulmuştur. AB, bu pakta üye olan ülkelerin ekonomik ve siyasi dönüşümünü sağlamak amacıyla, Barselona bildirgesinde ortaya koyduğu amaçlar ve ilkeler doğrultusunda Akdeniz’in güneyinde yer alan ülkelerin AB ile uyumunu sağlamayı amaçlamıştır.
Soğuk Savaşın hemen ardından oluşturulan, bir nevi Akdeniz paktı görünümünde olan Barselona süreci, AB’nin güney kanadından gelebilecek ekonomik ve siyasi riskleri kontrol etmeyi amaçlarken, aynı zamanda başta enerji alanında olmak üzere AB ekonomilerinin gereksinin duyduğu tedarikin de güvenliğini sağlamayı amaçlamıştır. Bugün, 1995 yılında deklere edilen Barselona Bildirisi başarı ve başarısızlıklarıyla 30. yılına geldi. Şimdi bu politikanın dünyada ve bölgedeki değişimlere göre yenilenmesi zorunlu hale gelmiştir. Buna göre Barselona sürecinin yenilenmiş haliyle 2026 yılında resmi bir nitelik kazanıp, uygulamaya konulması düşünülmektedir.
Bu hafta Akdeniz Ticaret Odaları Birliği genel kurulunda bu konuyu tekrar gündeme taşındı. Benim de içinde bulunduğun bir grup da, yapılan bu tartışmalarda yer alma fırsatı buldu.
AB’nin iddialı hedefleri
Barselona Süreci Birliğin Akdeniz ülkeleri ile geliştirdiği ortak dış politikasının çerçevesini oluşturuyor ve AB ülkelerinin kontrolünde olan “değer zincirlerinin” tedarik güvenliğini sağlıyor. Bu sürecin başlangıcında önem arz etmemiş olsa da, son zamanlarda AB ülkelerindeki siyasi istikrar açısından tehdit oluşturmaya başlayan güneyden kuzeye gerçekleşen yasadışı göçün kontrol altına alınması ise bu belgedeki yeniliklerin başında geliyor. Bir diğer konu enerji güvenliğinin sağlanması ve bu konuda yeşil enerji uygulamaları konusunda bölgesel işbirliğinin güçlendirilmesidir. Güney ve kuzeydeki ülkeleri kapsayacak şekilde ortak bir üniversite kurularak güneydeki ülkelerde yaşayan gençlerin daha nitelikli eğitime erişimlerinin sağlanması da bu yeni belgede yer almaktadır.
Teknolojik olarak, güneydeki üye ülkelerdeki KOBİ’lerin özel sektör üzerinden geliştirilmesi öngörülürken, aynı Türkiye’nin 1960’dan beri tecrübe ettiği gibi bu üye ülkelerin birtakım siyasi şartları yerine getirmeleri sağlanarak siyasi ve toplumsal yapılarında değişimin sağlanması öngörülüyor.
Ancak bu konuda AB’nin kendi savunduğu ilkelerin ve başkalarına şart koştuğu normları kendisinin ne kadar arkasında durduğu bugünkü ülke pratiklerine gösterdiği ve/veya gösteremediği tepkilerden anlaşılmaktadır.
AB ülkeleri her zamanki gibi zaman zaman ortaya çıkardığı iddialı ve bir o kadar da pahalı projelerinden vazgeçmiş görünmüyor. İddialı diyorum; çünkü dünya ekonomisi ve siyasetinde AB’nin giderek azalan ağılığıyla ortadayken, yeni amaçların Barselona Sürecine dâhil edilmesinin AB’ye hem ekonomik hem de siyasi maliyeti yüksek olacaktır. AB ülkelerinin içine bulunduğu ekonomik ve siyasi bölünmüşlükle böylesine iddialı hedefleri yerine getirip getiremeyeceği son derecede şüphelidir.
En basitinden, Akdeniz’in güneyinde yer alan ülkelerin birçoğunda kendi iç siyasi sorunlarının bir yansıması olarak ciddi bütçe açıkları var. Bu ülkeler tek başlarına böyle bir süreçte yer alıp, ekonomik yapılarını dönüştürecek reformlarla maddi olarak baş edebilecek durumda değiller. Bugünün ekonomik koşullarında böyle bir finansmanın AB tarafından ne kadar süreyle bu ülkelere verilebileceği sorusu hala ortadadır.
AB değerlerinin göreliliği
Bence önemli bir diğer konu da, Barselona Sürecinin temel amaçlarından biri olan sürece üye ülkelerdeki insan hakları ile ortak Avrupa değerleri etrafında geliştirilecek ilişkilerle güneyin siyasi yapısının dönüştürülmesi meselesidir. Ayrıca AB dışındaki üye ülkelerin siyasi istikrarlarının temini de belgede önceliklendirilmiş hedefler arasında yer alıyor.
Aradan geçen 30 yılın ardından AB’nin bu konuda ne kadar başarılı olduğunu anlamak için, bu sürece dâhil olan bazı ülkelerdeki siyasi sorunların bugün ne hale geldiğini dikkate almak yeterlidir. Toplam 12 ülkenin katılımı ile başlayan bu süreçte öne çıkan ülkelerin arasında Suriye ve Filistin geliyor. Bu ülkelerdeki siyasi krizler ve savaşlarda AB’nin etkili bir rol aldığını düşünmek doğru olmaz. Bölgenin siyasi manada kontrolü büyük ölçüde ABD’nin elindedir.
Sarkozy-Türkiye gerilimi
Gördüğüm kadarıyla, bu sürecin önemli bir partneri olmasına rağmen, Türkiye’nin yeni sürece pek ilgi göstermemiş olduğu anlaşılıyor. Ama Türkiye bu oyundan da kopmak istemiyor.
Malum olduğu üzere, daha önceki Fransız devlet başkanı olan Sarkozy’nin Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıkmasıyla ünlüydü. Ama yine de AB ülkelerinin ekonomik ve siyasi güvenliği için önem arz eden Türkiye’yi kendi yanlarında tutmayı amaçlıyordu. Bu amaçla Türkiye’yi, sözün ona kuracakları bu Akdeniz Birliğine dâhil etme niyeti vardı. Oysa Türkiye’nin 1960 antlaşması uyarınca elde etmiş olduğu yasal haklardan dolayı Barselona Sürecine dâhil edilmiş diğer ülkelerden farklı bir siyasi konuma sahiptir ve Türkiye’nin bu haklardan vazgeçmesi isteniyordu. Haklı olarak da Türkiye Sarkozy’nin bu planına karşı çıkıyordu.
Türkiye’nin Barselona sürecine dâhil edilen bir diğer önemli farklılığı ise onların isteyip de sahip olamadıkları gümrük birliği hakkına sahip olmasıdır.
Son zamanlarda AB’nin içine düştüğü güvenlik sorunlarının halledilebilmesi için Türkiye’ye yeniden ihtiyaç duymak ve Türkiye’yi askeri gücü sebebiyle tekrar AB’nin yanında tutmaya çalışmaktadır.
AB’nin üye ülkelerden demokrasi talebi
Bir diğer önemli konu da AB ülkelerinin geçmişteki gibi, üye ülkelerdeki demokrasi, insan hakları ve demokratikleşme konularında yaptıkları sistematik telkin ve zorlamalarda vaz geçmiş görünmeleridir. Kendi ekonomik ve siyasi güvenlik ihtiyaçları uğruna ve içinde bulundukları siyasi şartların zorlamasıyla bu taleplerinden kolayca vazgeçebildikleri anlaşılmıştır.
Sonuç olarak Barselona süreci iddialı başlamış ama AB’nin bir türlü çözülemeyen iç sorunları ve dünya siyasetinde yaşanan gelişmeler ışığında arzulandığı gibi uygulanamamıştır. Proje ekonomik uygulamalarla sınırlı bir tedarik güvenliği projesi haline gelmiş, üye ülkelerin siyasi süreçlerine etki edebilmekte başarısız olmuştur. Hatta bazı üye ülkeleri bu süre zarfında parçalanmış ve iç savaşlara maruz kalmıştır.
Böyle bir proje için gerekli finansal ve siyasi kapasitenin AB’de yeterli derecede olmadığı açık. Bu yüzden de projenin finansal ayağında görülen kısıtların ortadan kaldırılması amacıyla zengin Körfez ülkelerinin de bu projeye dahil edilmesi düşünülmektedir.
Ayrıca bölgede risk doğuran konuların birçoğu ABD kaynaklı olarak ortaya çıkarken, AB’nin bizzat kendisi de ABD ile siyasi ve ekonomik sorunlar yaşamaya başlamıştır. Kanımca bu AB’nin bölgedeki etkinliğini zayıflatan en önemli konudur ve bu projenin başarısının ana belirleyicisi olmaya adaydır.