Gerçekten en kötüsü geride mi kaldı?
Ekonomi yönetimi son günlerde enflasyonla mücadelede “en kötüsünün geride kaldığını” söyleyerek kamuoyunun ilgisini çekti. Bununla da yetinilmeyerek, enflasyonla mücadele programının başarıya ulaşmasıyla 2026 ve 2027 yıllarının Türkiye için “refah yılları” olacağı iddia edildi.
Elbette bu hepimizin arzusu. Ancak ülke ekonomisinin bugünkü durumu düşünüldüğünde, böyle bir iddianın gerçekleşmesini sağlayacak maddi koşullardan mahrum oluşumuz, bu iddiaların güvenilirliklerini sarsmaktadır. Zira ülkemizdeki gelir dağılımı o kadar bozuk ki… Dahası bunu doğrudan sorun edinen bir siyasi irade de yok görünürde.
AK Parti iktidarının başladığı 2003’de gelir dağılımı ne kadar kötüyse, bugün de aynı düzeyde kötü bir gelir dağılımı mevcut ülkemizde. Bir gelir dağılımı ölçüsü olan Gini katsayısı 2000’li yılların başında 0,45 seviyesindeyken, aradan geçen 23 yıllık sürenin ardından 2024 yılında 0,44 seviyesinde.
Gerçi bu 23 yıllık süre zarfında zaman zaman gelir dağılımında iyileşmeler olsa da, son yıllarda ekonomi yönetiminde yapılan yanlışlar nedeniyle ülkemizdeki gelir dağılımı yine o eski seviyelerine geldi. Bu kadar kötü gelir dağılımının olduğu bir ekonomide, kişi başına gelir düzeyinde elde edilen ve iktidarın övündüğü seviyelerin hiçbir önemi kalmıyor doğal olarak. Maalesef bırakın gelir dağılımını iyileştirici politikaları tartışmayı, söylem olarak bile bu konu siyasi söylemlerde yer almıyor.
Şimdi gelelim “en kötüsünün geride kaldığı” yolundaki iddiaya… Mayıs 2023 seçimlerinin ardından, zamana yayılarak uygulanmaya başlayan enflasyonla mücadele programı maliye politikalarının sağlayacağı olumlu katkılardan mahrum kalmıştır. Programın eksiklikleri sebebiyle prematüre bir istikrar programı uygulanıyor olsa da, programın iki önemli ayağı bulunmaktadır. Bunlardan biri yüksek faiz ve sıkı para politikası; diğeri ise “düşük” gelirler politikasıdır. Buna bir de ithal enflasyonu kontrol etmeyi amaçlayan düşük ve istikrarlı kur uygulaması dâhil edilebilir.
2026 ve 2027’den ne bekliyoruz?
Sıkı para politikasının sonucu olan yüksek faiz ve kredilere getirilen sınırlamalar uygulanan talep yönetiminin en önemli unsurlarından birini oluşturdu. Programın diğer ayağında ise hanehalklarının gelir artışlarının sınırlanması yer almaktaydı. Bu kapsamda hem asgari ücret artışları, hem de emekli maaşlarındaki artışlar yıllık enflasyonun altında tutulmaya çalışıldı. Bu uygulamayla ilgili kesimlerin satın alma güçlerinde azalma anlamına gelmektedir ve gelecekte bu kayıpların nasıl giderileceği konusundaki herhangi bir görüş, ekonomi yönetimi tarafından kamuoyu ile paylaşılmış değildir.
Elbette insan ister istemez soruyor: Bu koşullarda 2026 ve 2027 yılları nasıl refah yılları olacak?
Programın uygulanmasının zamana yayılması ve programın eksik unsurları sebebiyle enflasyon konusunda maalesef hızlı sonuç alınamıyor. Programın bu düşük performansı maalesef nominal gelir artışları baskılanan hanehalklarının satın alma güçlerinde düşüşe yol aşmaktadır. Bu durumun uzun süre sürdürülebilme şansı olmasa da, iktidarın siyasi manevralarıyla tüm eksiklerine rağmen program bugüne kadar getirilebildi.
Elbette bu süreçte dar gelirlilerin uygulanan programın maliyetinin büyük bölümünü yüklenmeleri kaçınılmazdı. Seçim sonrası dönemde de kamuoyunun programa yönelik tepkilerinin kaynağını da büyük ölçüde hanehalklarının satın alma güçlerindeki azalma oldu.
Siyasi iktidar büyüme arzusundan vazgeçmediği için, iç talep bu büyümeye kaynaklık etmeye devam etti. Dahası, var olan gelir eşitsizliklerin çizdiği sınırlar içinde iç talebin önemli kaynağı yüksek gelir gruplarının talepleri oldu. Bu gruptaki hanehalklarının ağırlıklı gelir kaynağı ücret gelirleri olmadığı için, ekonomide nominal gelir artışlarına getirilen sınırlamadan muaf olan bir kesim oluştu. Aksine bu kesimin gelirlerinin çoğunun kira ve faiz olduğu için ve uygulanan programın bu tür gelirlerin artışına yol açması ilgili kesimin talebinin canlı kalmasını sağladı.
Dolayısıyla yüksek gelir grupları programın oluşturduğu maliyetleri yüklenmekten kaçınabildi. Ekonomide bir türlü önü alınamayan talep, üretici kesimler için 2025 yılı başına kadar elverişli iş imkânları sundu. Böylece uygulanan prematüre istikrar programının olumsuz sonuçlarını üretici kesimler çok fazla hissetmediler. Ta ki 2025 yılı başına kadar. Ancak 2025 yılıyla birlikte programın olumsuz etkilediği kesim sayısı artmaya başladı. Daha önce sadece dar gelirlerin şikâyetleri üzerinden görünür olan bu olumsuz etkiler, 2025 yılı itibariyle üretici kesimlerden yükselen şikâyetlerle daha da görünür hale geldi.
Tüm bunların üstüne 19 Mart’ta İBB operasyonları gelince ekonomideki beklentiler değişti ve üretici kesimlerden gelen şikâyetlerin niteliği de değişmeye başladı. Kamuoyunun ekonomik programına yönelik beklentileri değişti. Şu ana kadar bu şikâyetleri haksız çıkartacak ve kamuoyunu ikna edecek bir sonuç da ortaya çıkmadı. Bu da yetmezmiş gibi, uygulanan programın olumsuzluklarından etkilenen kesimlerin sayısı her geçen gün giderek artmakta.
Eğer kamuoyunun bugüne kadar yaşadıkları “en kötüsü” ise, programdan olumsuz etkilerinin kapsadığı kesimlerin giderek arttığı bugün yaşananları nasıl nitelemeli? Bugünkü daha mı iyi?