Neden yeni bir sanayileşme paradigması

Önce 19 Mart İBB operasyonları, şim­di de İsrail-İran savaşı…

Tam ekonomik prog­ramdan sonuç alacağız derken, iç ve dış şoklar birbiri ardına gelmeye başladı.

Aslında daha bu prog­ramın başlandığı gün­lerde bu risklerin far­kındaydık ve uygulana­cak programın bu riskleri de hesaba katması gerektiğine inanıyorduk. Ama programı sadece para politikası ile sı­nırlayınca, bu riskleri de kap­sayacak çok daha kapsamlı bir program oluşturulamadı.

Ekonomi yönetimi kendini para politikasının dar sınırla­rı içine hapsetti. Yüksek ma­liyetleri olan bir enflasyon­la mücadele yönetimini ter­cih etti. Fakat ekonomi de bu risklerin oluşturduğu ve/veya oluşturacağı risklere oldukça açık hale getirildi.

Hali hazırda ülkedeki dar gelirli kesimlere yüklenen yüksek maliyetler, bu riskle­rin ortaya çıkmasıyla daha da arttı. Etkinin kapsamı artar­ken, daha fazla kesim bu mali­yetleri hisseder duruma geldi.

Ekonomi yönetimi ise sa­dece yüksek enflasyonla de­ğil, aynı zamanda bu şokların yol açtığı ekonomik tahribat­ları gidermekle de baş etmek zorunda kaldı.

Uzun zamandır kamuoyun­da tartışılan ve son zamanlar­da sanayiden yükselen şikâ­yetlerle daha fazla duyulma­ya başlanan “kur seviyemiz” ile ilgili şikâyetler daha da önemli hale geldi.

Kurlar neden önemli?

Türkiye ekonomisinin dı­şa bağımlılığı çok yüksek. Bu bağımlılığın önemli bölümü­nü enerji ithalatı oluşturuyor. Yani kısa dönemde azaltılma­sı pek mümkün değil; yani bu durumu veri almak gerekiyor. Dolayısıyla böyle bir durum­da kur artışlarının yaratacağı yüksek ithalatın enflasyonist etkilerini inkâr edebilmek de mümkün değil.

Ancak sorulması gereken soru, böyle bir ekonomik ya­pıya sahipken, sadece kur is­tikrarı sağlamak üzerinden yürütülecek bir enflasyonla mücadele kurların olması ge­reken seviyenin ne kadar al­tında tutulması gerektiğine karar vermektir. Sanırım tek boyutlu yürütülen enflasyonla mücadelelerde ithalat yoluyla oluşacak enflasyonist etkileri azaltmak için kurları üzerin­deki baskının ne kadar olma­sı gerektiği kamuoyunda asıl tartışılması gereken asıl konu.

Çünkü kurların sadece enf­lasyonla mücadelede de değil, aynı zamanda sanayinin ihra­cat performansını etkileme­de de önemli bir rolü var. Do­layısıyla ekonomi yönetim­leri Türkiye ekonomisinin mevcut yapısal sorunları­nı gözeterek, kurların bu iki fonksiyonu arasında bir denge gözetmesi gerekmek­tedir.

Bu dengenin bozulup bo­zulmadığına karar vermek için TCMB’nin zaman zaman durup, kurlar üzerindeki bas­kının aşırıya kaçıp kaçmadı­ğını doğru göstergelerle daya­narak değerlendirmesi gerek­mektedir.

Gerçekçi kur gerekli ama yeterliği değildir

Başlıktaki sorunun ceva­bı ülkenin nasıl bir sermaye birikimi modeline sa­hip olduğuna bağlıdır. Eğer ekonomiye kay­nak bulma seçenek­leri arasında borçlan­mayı dışlayıp, kendi imkânlarıyla kaynak yaratmayı tercih etti­ği durumlarda, sana­yinin yapacağı ihracat ülkenin en önemli dö­viz kaynağı haline ge­lir. Böyle bir durumda sanayi sermaye birikiminin kaynağı haline gelirken, kurların be­lirlenmesinde sanayinin re­kabet koşullarının belirleyi­ciliği artar.

Maalesef ekonomi yöne­timi bugünlerde ihracattan kazanılacak dövizden umu­dunu kesmişe benziyor. Zi­ra Türkiye bu yolla en iyi ih­timalde 250 milyar dolar se­viyelerinde bir gelir elde edebilmekte. Oysa ihtiyaç duyduğu dış kaynak mikta­rı bunun kat ve kat üstünde. Bu yüzden de bir yandan fa­izler yüksek tutulurken, di­ğer yandan kurlar üzerinde­ki baskılar artırılarak, kur istikrarı sağlanmaya çalışı­lıyor.

Kısa dönemde üreteceği olumlu sonuçları için bu ter­cih doğru görülebilir ve bu yüzden de kısa dönemde sa­nayi feda edilebilir.

Ama ya bunun uzun dö­nemde ülkemizin üretim ve döviz kazanma kapasitesi üzerine yapacağı olumsuz et­kilere ne demeli?

Bu sorunun cevabını bir örnek vaka ile vermek iste­rim. Bu amaçla ülkemizdeki büyükçe bir sanayici grubu şirketlerinin iç ve dış pazar­daki kazanç maliyet oranla­rına bakalım.

Bu arada, kamuoyunda tar­tışıldığı gibi bu işletmelerin teknolojileri, ürettikleri kat­ma değer düzeyi bakımından kayda değer sorunlarının ol­madığını belirtmeliyim. Her biri alanında dış pazarlar­da ciddi pazar payına sahip, olabildiğince yüksek rekabet gücüne sahip işletmeler. Ya­ni kamuoyundaki o malum eleştirilerden kısmen muaf olan, sağlıklı işletmeler bun­lar.

Grafikte bu işletmelerin 2024 yılı sonuna kadar ger­çekleşmiş iç ve dış pazarlar­daki kazanç ve maliyet en­dekslerinin oranları yer alı­yor. Daha doğrusu bu verinin trend değerleri grafikte gös­teriliyor.

Grafikteki değerler endeks değerleri olduğu için refe­rans değeri 100 alınıyor. Bu­nun altındaki değerler mali­yetlerin kazançların üzerin­de oluğunu işaret ediyor.

Bu grafiğe göre, ele alı­nan şirketlerin göreli kazanç oranlarındaki gelişmeler hem iç hem de dış pazarlarda negatif seyrediyor. Ama dik­kat çekici olan dış pazarlar­daki zararın iç pazardaki sa­tışların yol açtığı zararın çok üstünde gerçekleşmiş olma­sıdır. Göreli kazançların bu şekilde olduğu bir ekonomi­de şirketleri ihracata zorla­mak neredeyse onları ceza­landırmakla aynı anlama gel­mekte.

Elbette kurumsal firmalar bu koşullarda bile ihracattan vazgeçmezler. Zira çıktıkları pazara tekrar girmekte daha sonra zorlanabilirler. Özel­likle de Çin’in tüm bu piya­salarda oluşturduğu ölümcül rekabet baskısı altında böyle bir şey Türkiye’nin ihracatı­na büyük darbe vurabilir.

Çözüm ne?

Peki, bu durum nasıl düze­lebilir? Benim gözlemlerime göre bu boyutta oluşan reka­bet kayıpları sadece kur hare­ketleriyle çözülemez. O yüz­den bugün sanayicilerin kur seviyeleri hakkındaki şikâ­yetlerini daha geniş kapsam­lı ele almak gerekir. Bir de ka­muoyunun sanayicilere yö­nelik olarak “katma değeri düşük” üretim yapma suçla­ması var. Bazı şirketler için doğrudur belki. Ama Türk sa­nayicisi ülkenin mevcut beşe­ri ve fiziki faktör donanımıy­la uyumlu bir düzeyde bir kat­ma değeri zaten üretmektedir. Bunu arttırmak tek başına sa­nayicinin inisiyatifinde olan bir şey değildir.

Katma değer sadece ürün­de ve teknolojide yenilikle el­de edilmez. Aynı zamanda sa­nayicinin iş yaptığı çevrenin iyileştirilmesi de ciddi katma değer artışları sağlayabilir. Bu yüzden sanayicimizin bugün­kü şikâyetlerini çok dar bir pencereden ele alıp eleştir­meyi doğru bulmuyorum.

Maalesef ülkemizin 1960’lar­da temeli atılmış sanayileşme paradigması eskimiştir. Sana­yimizin bugünün ülke ve dünya şartlarına göre oluşturulacak yeni bir sanayileşme paradig­masına ihtiyacı vardır.

İlerleyen yazılarda bu yeni paradigmanın unsurları üze­rinde duracağız.

Neden yeni bir sanayileşme paradigması - Resim : 1

Yazara Ait Diğer Yazılar