Polonya: Kurumların başarısı mı jeopolitik şans mı?

Geçen hafta sadece Avru­pa’daki değil, tüm dünyada­ki sosyal demokratların yeni bir çıkış olarak gördükleri İspan­ya’yı yazmıştım. Bu hafta ise na­sıl yüksek gelirli olduğu ülkemiz­de yoğun tartışmalara konu olan Polonya’yı yazacağım.

Polonya artık yüksek gelirli bir ülke

Uluslararası Para Fonu’nun sı­nıflandırmasına göre, kişi başı­na geliri 20 bin dolar eşiğini aş­mış durumda. Ancak bugün Po­lonya’nın başarısı, “nasıl yüksek gelirli olduğu” sorusu etrafında derin tartışmalara konu oluyor. Kimilerine göre bu bir jeopolitik şans: Almanya’ya coğrafi yakın­lığın, NATO güvenliğinin ve AB fonlarının olağanüstü birleşimi­nin ürünü. Diğerlerine göreyse Polonya, uzun vadeli reformla­rın, kurumsal istikrarın ve yerel yönetimlerin üretken rolünün bir sonucu. Bu yazıda iki yaklaşı­mı da analitik ve teknik bir dille değerlendirmeye çalışacağım.

Bir jeopolitik başarı hikâyesi mi?

Polonya’nın büyüme hikâyesine dışarıdan bakan birçok gözlemci, ilk olarak haritaya bakıyor. Alman­ya’nın doğu sınırındaki bu ülke, So­ğuk Savaş sonrası Batı Avrupa’ya en hızlı entegre olan ekonomiler­den biri oldu. 2004’te AB üyeliği ve ardından gelen NATO koruması, dış yatırımcılar için benzersiz bir güvenlik alanı yarattı.

Sermaye, sanayi, teknoloji ve işgücü akışı Polonya’yı kısa sü­rede Avrupa’nın üretim atölyesi­ne dönüştürdü. CEPR’in “EU Mi­racle” başlıklı çalışmasına göre, AB’ye sonradan katılan on ülke içinde Polonya, 2004–2019 döneminde kişi başı gelirini en hızlı artıran ülke oldu ve bu artışın yaklaşık üçte bi­ri de doğrudan AB üyeliğinin yarattığı entegrasyon etki­sinden kaynaklandı.

Bu perspektiften bakıldı­ğında, Polonya’nın başarısı büyük ölçüde jeopolitik ko­num ve küresel sermaye en­tegrasyonu ile açıklanabi­lir. Nitekim 1990’ların sonunda başlayan otomotiv, beyaz eşya ve makine yatırımları —Volkswa­gen, Fiat, LG Energy, Samsung gi­bi devlerin yatırımları— ülkenin ihracat yapısını hızla değiştirdi.

Net olan başka bir şey varsa o da Polonya’da popülizm rüzgar­larının hiç eksik olmaması ve hukukun üstünlüğü, insan hak­larına saygı açısından oldukça problemli bir toplumsal yapıya sahip olması. Dolayısıyla, dış ya­tırımların bu kadar hızlı artma­sına rağmen hukukun üstünlüğü ve siyasi popülizm konularında­ki kırılganlıkların devam etmesi Polonya’nın güçlü kurumlar sa­yesinde değil, bir bakıma doğru zamanda doğru yerde olduğu için zenginleşmesine yol açtı.

Yoksa reformların ve kurumların zaferi mi?

Ancak aynı döneme biraz daha mikro perspektiften bakan araş­tırmacılar, bambaşka bir hikâ­ye anlatıyor. IZA’nın “The Polish Growth Miracle” çalışması, Po­lonya’nın büyümesinin arkasın­da reformların sürekliliğini gö­rüyor. Polonya’da 1990’lardan itibaren değişen hükümetlere rağmen hiçbir yönetim, bir önce­kinin temel ekonomik reformla­rını yok saymadı. Bu anyaış, kla­sik kurumsalcı yaklaşıma uygun biçimde, “politika değil, yöneti­şim sürekliliği” yarattı. Tabii bu yönetişim sürekliliğini sağlayan ya da zorunlu kılan faktörlerden biri Almanya başta olmak üzere Polonya’yı önemseyen ülkelerin siyasetin üzerinde baskı kurma­sı da olabilir.

Vergi reformları, eğitim yatı­rımları, KOBİ destekleri ve ihra­cat odaklı sanayi politikaları sa­yesinde Polonya, krizlere rağmen büyüme eğilimini korudu. Hart­mut Lehmann’ın ifadesiyle, Po­lonya reform dostu seçmenlerin ülkesiydi ve siyaset değişse de kalkınma yönü sabit kaldı.

Bu kurumsal devamlılık yal­nızca merkezî düzeyde değil, ye­rel ölçekte de kendini gösterdi. Transnational Institute’in “Be­yond the Limelight” makalesi, 1990’lardan itibaren belediyele­re verilen özerkliğin Polonya’yı Avrupa’nın en dinamik yerel yö­netim modellerinden birine dö­nüştürdüğünü iddia ediyor. Be­lediye şirketleri enerji, ulaşım, atık yönetimi gibi alanlarda sa­dece kamu hizmeti sunmadı, ay­nı zamanda yerel üretim zincirle­rinin parçası haline geldi.

Bu mo­del, özelleştirmelerin bile “refah temelli” yapılmasını sağladı. De Fraja ve Roberts’ın Economics of Transition’da yayımlanan çalış­ması, Polonya hükümetinin 1990’lardaki özelleştirmeleri yalnızca gelir yaratmak için değil, toplumsal refahı artır­mak amacıyla sıraladığını or­taya koyuyor. Bütün bu ça­lışmalar devletin pragmatik davranarak “hangi işletme daha verimli hale gelir, hangi sektör toplumsal kazanç sağ­lar” sorularına göre hareket ettiğini gösteriyor.

Yerel devlet, girişimcilik ve yeni ekonomi

Bu kurumsal çerçevenin günü­müzdeki yansıması, girişimcilik ve yerel ekonomi politikalarında görülebiliyor. Danisewicz ve On­gena (2023), Polonya’da beledi­yelere yapılan mali transferlerin girişimcilik üzerinde doğrudan pozitif etkisi olduğunu gösteri­yor. Araştırmaya göre, belediye­lere aktarılan her 2 milyon zlo­ty, ortalama 70 – 120 yeni işlet­me yaratıyor.

En dikkat çekici sonuç ise bu etkinin, farklı par­tilerden temsilcilerin bulundu­ğu belediye meclislerinde daha da güçlü olması. Yani demokratik denetim, mali kaynakların daha üretken kullanılmasını sağlıyor. Özetle, Polonya’nın yerel yöne­timleri, klasik “harcama” man­tığından çıkıp mikro-sanayi po­litikalarının uygulayıcısı haline gelmiş durumda. Kümelenme po­litikaları, teknik eğitim merkez­leri ve Ar-Ge destekleri bu saye­de yerelden örgütleniyor.

Orta gelir tuzağını aşmanın anatomisi

Polonya’nın mevcut durumda önündeki engeller ne? CEPR’in “From Shadows to Sunrise” ana­lizine göre, orta gelir tuzağını aşan ülkeler üç aşamadan geçi­yor: yatırım, teknoloji adaptas­yonu ve inovasyon.

Polonya bu çizgide özellikle ilk iki aşamada başarılı oldu ve ser­maye birikimi ile küresel tekno­loji transferinde güçlü bir per­formans gösterdi. Ancak üçüncü aşama olan inovasyon, hâlâ zayıf halkası. Ülke Ar-Ge harcamaları­nı GSYH’nin yüzde 1,5’ine çıkar­sa da patent sayısı ve yüksek tek­noloji ihracatı hâlâ Almanya ve Kore’nin oldukça gerisinde.

Bu durum, Polonya’yı “yüksek gelirli ama henüz yüksek katma değerli olmayan” bir ekonomi sı­nıfına koyuyor. Yani Polonya orta gelir tuzağını aşsa da yeni bir ku­rumsal sıçramaya ihtiyaç duyuyor.

Popülizm, merkezileşme ve yeni riskler

Burada not etmemiz gereken bir başka husus da son yıllarda Polonya’da yukarıda özetleme­ye çalıştığımız kurumsal denge­nin sarsılmaya başlaması… Huku­kun üstünlüğü tartışmaları, yar­gı bağımsızlığının zayıflaması ve AB fonlarının dondurulması, Po­lonya’nın en kırılgan yönü haline geldi. Yerel özerklikleri giderek daraldığı ve merkezi hükümetin belediye şirketlerinin kararlarını daha sık denetlediği bir dönem ya­şanıyor. Bu eğilim de hem yatırım­cı güvenini hem de yerel girişim­cilik ekosistemini tehdit ediyor. Dolayısıyla Polonya’nın geleceği, coğrafi avantajlarını korumaktan çok, kurumsal derinliğini yeniden tahkim etmesine bağlı.

Türkiye için dersler

Sonuç olarak Polonya’nın yük­selişi, iki yaklaşımı da kısmen doğruluyor: Jeopolitik avantaj olmadan bu kadar yatırım çek­mek zor olurdu ancak kurumla­rın ve yerel yönetimlerin sürekli­liği olmadan bu yatırımın verim­liliğe dönüşmesi de imkânsızdı.

Polonya’nın hikâyesi, devletin “yatırım çeken” değil, “yatırımı verimli kılan” aktör olduğunda neler başarılabileceğini gösteri­yor.

Türkiye için de çıkarım açık: Sermaye akışlarını kalıcı refaha dönüştürebilmek için, yerel yö­netimlerin üretim süreçlerine de aktif katılımı ve politikaların se­çim döngülerinden bağımsız bir istikrar içinde sürdürülmesi ge­rekiyor.

Tabii şunu da not etmek ge­rekiyor: Avrupa’nın Polonya’yı, ABD’nin de Meksika’yi stratejik bir ortak olarak gördüğü bir sü­reçte Türkiye aynı şansı bulama­dı. Burada da hem AB’nin hem de bizim önemli hatalarımız oldu.

Sonuç olarak Polonya’nın ba­şarısı bir şans hikâyesi değil. Bu, coğrafyanın avantajını kurum­sal akılla birleştiren bir büyüme hikâyesi. Dış yatırımın sağladığı büyümeyi kalıcı kılan şey, mer­kezî reformlarla yerel inisiyatifin uyumuydu. Devletin ekonomik stratejisini sabit bir ideolojiyle değil, kurumsal hafızayı koruya­rak ve öğrenme kapasitesini ge­liştirerek yürütmesiydi. Şimdi ise yukarıda anlattığımız büyü­me hikayesinin sonuna geldiler. Polonya’nın bundan sonraki sı­navı, geçmişteki reform kararlılı­ğını inovasyon çağında da sürdü­rebilmek olacak. Eğer bunu başa­rırsa, yalnızca kendi hikâyesini tamamlamayacak; kalkınmanın tesadüf değil, kurumsal sürekli­likle mümkün olduğunu dünyaya kanıtlamış olacak.

Yazara Ait Diğer Yazılar