Yapay zekâ yarışı: Otoriter güçler mi, demokratik normlar mı?
Soğuk Savaş döneminde nükleer silahlar nasıl büyük bir güç rekabetinin sembolü olmuşsa, bugün de yapay zekâ benzer bir rol oynuyor. Devletler için yapay zekâ yalnızca ekonomik büyüme ve teknolojik inovasyon değil; aynı zamanda güvenlik, diplomasi ve rejim dayanıklılığıyla doğrudan bağlantılı bir politika alanı haline geldi.
Bu yarışta Çin, ABD ve Avrupa Birliği farklı yollar izliyor. Çin, veri bolluğu ve devlet-şirket işbirliğiyle hızlı ilerliyor. ABD, özel sektörün dinamizmine ve savunma sanayisiyle işbirliğine güveniyor. Avrupa Birliği ise norm ve regülasyon üretiminde öncü olmaya çalışıyor.
Peki bu farklı yaklaşımlar, geleceğin siyasal düzenini nasıl etkileyecek? Yazı dizimin bu üçüncü ve son bölümünde otoriter rejimlerin “hız ve veri” avantajı ile demokrasilerin “norm ve düzenleme” kapasitesini karşılaştıracak ve küresel yapay zekâ yarışının demokrasiler açısından doğurduğu fırsat ve tehditleri tartışacağım.
Otoriter avantaj: Veri, gözetim ve devlet–şirket işbirliği
Çin’in 2017’de açıkladığı “AI 2030” stratejisi, ülkeyi yapay zekâda küresel lider yapmayı hedefliyor. Bu stratejinin arkasında üç temel avantaj bulunuyor:
1) Veri bolluğu: Çin’de yüz milyonlarca vatandaşın günlük hayatı gözetim sistemleriyle kayıt altına alınıyor. Yüz tanıma kameraları, sosyal kredi sistemi ve mobil uygulamalardan toplanan devasa veri havuzları, yapay zekâ algoritmalarını besliyor. Bu veri bolluğunun temel vatandaşlık ilkelerinden birçoğunu hiçe saydığını söylememe gerek yok.
2) Devlet–şirket işbirliği: Çin’de kamu güvenliği ve gözetim talebi, özel sektörün inovasyonunu teşvik ediyor. “Home-market effect” olarak bilinen bu olgu, devletin iç talebinin şirketlere küresel pazarda avantaj sağlamasıyla sonuçlanıyor. Yani burada, devlet devasa büyüklükte ve kişisel hakları ihlal eden bir iç pazar yaratıyor; fikir ve ürünlerini geliştirme avantajı yakalayan şirketler de bu ekosistemde ticarileşip dünyaya açılıyorlar.
3) Hukuki kısıtlamaların zayıflığı: Otoriter rejimlerde kişisel verilerin korunmasına dair güçlü kurallar yok. Bu da inovasyonun hızını artırıyor. Tabii bu sorunlu durum sadece Çin gibi otoriter rejimlerle sınırlı değil. Dünyanın çok az ülkesinde kişisel haklar kapsamlı bir hukuki düzenlemeyle korunuyor. Üstelik hukuki düzenlemeler yeterli olsa bile kişisel verilerin paraya ve şantaj unsuruna çevrildiği bu dönemde siber güvenlik sistemlerinin de yetkinliği büyük önem kazanıyor.
Bu çerçevede, 2023’de The Quarterly Journal of Economics’de yer alan “AI-tocracy” makalesi yapay zekânın Çin gibi otoriter rejimlerde rejim dayanıklılığına nasıl katkı sağladığını göstermesi açısından önemli bir çalışma.
AI yalnızca gözetim için değil, muhalefeti önceden tespit edip bastırmak için de kullanılabiliyor. Rusya da benzer biçimde yapay zekâ destekli gözetim teknolojilerini protestoları kontrol etmek için kullanıyor. Bu da “AI, otoriterlerin ellerinde yalnızca ekonomik değil, siyasal bir silaha da dönüşüyor” tezini güçlendiriyor.
ABD ve Avrupa Birliği: Devletin rolü, konformizmin bedeli
ABD yapay zekâ yarışında daha çok özel sektör öncülüğünde ilerliyor. OpenAI, Microsoft ve Google gibi şirketler inovasyonun lokomotifi. Ancak devlet, tarihte birçok defa olduğu gibi özellikle savunma sanayisiyle işbirliği üzerinden AI yarışına müdahil oluyor. Allen ve Husain tarafından kaleme alınan Harvard Belfer Center raporunda vurgulandığı gibi, yapay zekâ artık ulusal güvenliğin ayrılmaz bir parçası haline geldi. Bu da yapay zeka alanına daha fazla yatırım çekilmesini sağlıyor.
Avrupa Birliği ise yapay zekâyı regülasyonlarla çevrelemeye çalışıyor. AI Act ile “yüksek riskli” uygulamalar için sıkı kurallar getiriliyor; yüz tanıma gibi teknolojilerin kamu güvenliği dışında kullanımına sınır konuyor. Veale ve Borgesius’un (2021)’e göre bu yasa insan hakları ve şeffaflık ilkelerini merkeze alarak demokrasiler için bir “norm üretim aracı” işlevi görüyor.
Burada üzülerek şunu yazmak zorundayım: Avrupa Birliği, iklim değişikliği, çevre yasaları, enerji gibi birçok alanda olduğu gibi işin doğrusunu ya pıp insan ve tabiat haklarını ihlal etmeyerek bu önemli alanda da Çin ve ABD’nin gerisinde kalıyor. Dolayısıyla gerçek demokrasilerin dezavantajı açık: veriye daha sınırlı erişim, kişisel hakları koruyan hukuki çerçeveler ve şeffaflık zorunluluğu inovasyon hızını yavaşlatabiliyor. Bu durumun avantaj yarattığı tek bir alan var: o da demokrasilerin küresel ölçekte norm üretme gücüne sahip olması.
Bir başka alternatif görüş de A.B.’nin “demokratik hassasiyetleri” yüzünden AI yarışında geri kalması fikrini reddedip Almanya başta olmak üzere Avrupa’daki (özellikle sanayi-politikası ve finansal mimariyle iç içe geçmiş) elitlerin yapısal zaafları uzun süre görmezden gelmesini suçluyor. Bu alanda Wolfgang Münchau’nun Kaput kitabı önemli bir referans. Münchau’ya göre Almanya, neo-merkantilist bir modelin konforunda otomotiv ve makine gibi olgun sektörlere kilitlenirken dijitalleşme/yapay zeka yatırımlarını geciktirdi.
Rus gazına ve Çin pazarına/tedarik zincirine aşırı bağımlılık bilinçli bir siyasi-iş çevresi koalisyonunun sonucuydu ve bu dijital çağın gerektirdiği dönüşüm ihtiyacını erteledi. Yani sorun “değerler” yerine konformist yol haritasıydı. Münchau’nun çerçevesi, bugün Almanya’daki durgunluk ve rekabetçilik kaybını (enerji şoku, Çin’in müşteri-rakip dönüşümü, altyapı ve insan sermayesi zafiyetleri, bürokratik yavaşlık) anlatan güncel analizlerle de örtüşüyor.
Bu duruma Almanya yerine A.B. ölçeğinde bakınca da tek başına “regülasyonlar” ile açıklanamayacak bir resim var: Birçok rapor, A.B.’nin yapay zeka hamlesinde parçalı yönetişim, araçların dağınık tasarımı ve politika-fonlama uyumsuzluklarına dikkat çekiyor.
Eurostat verileri, bulut bilişimin A.B. işletmelerinde hâlâ tam ana akım olmadığını gösteriyor. Bu da dijital olgunlukta özellikle KOBİ’lerin geride kalması anlamına geliyor. IMD’nin dijital rekabetçilik çalışması da AB’nin güçlü hukuki çerçevesine karşın sermaye piyasası parçalanmasının dijital rekabetçiliği sınırladığını özellikle vurguluyor.
A.B.’nin EuroHPC ve süper bilgisayarlara start-up erişimi gibi son girişimleri (LUMI/Leonardo hattı, AI Factory planları) doğru yönde olsa da, bunlar daha çok altyapı açığını kapatmaya dönük ve özel sermaye-yetenek-pazar entegrasyonu olmadan tek başına ivme üretmekte sınırlı kalıyor. Özetle, A.B.’nin yapay zeka yarışında geride kalışının temel nedeninin “demokratik frenler” değil, uzun yıllar seçilen sanayi-enerji-finans bileşimiyle inovasyon riskini bastıran tercihler ve bunların doğurduğu ölçek, sermaye ve yetenek eksiği olduğuna dair de önemli bir görüş var.
Küresel norm yarışı: Kim kuralları belirleyecek?
Yapay zekâ sadece bir teknoloji değil, aynı zamanda küresel norm ve değerlerin de savaş alanı haline gelmiş durumda. “Dijital egemenlik” kavramı da bu yeni dönemin en kritik tartışmalarından biri. Devletler, verinin ve teknolojinin kontrolünü ulusal egemenliğin parçası olarak görüyor. Küresel ölçekte bir hegemonya oluşturmak isteyen Çin, “Dijital İpek Yolu” projesiyle Asya, Afrika ve Orta Doğu’ya altyapı ve gözetim teknolojileri ihraç ederek kendi normlarını yaymaya çalışıyor. Buna karşılık Avrupa Birliği ise etik ilkeler ve insan hakları merkezli regülasyonlarla küresel standartları belirleme iddiasında.
Önemli bir nokta daha var: algoritmik sistemler çoğu zaman toplumsal eşitsizlikleri yeniden üretiyor. Bu nedenle demokrasilerin yalnızca teknolojiyi değil, onun sosyo-ekonomik etkilerini de düzenleme zorunluluğu var. Acemoğlu ve Johnson endüstrileşmiş demokrasilerin otoriterlerin AI gözetim teknolojilerini küresel ölçekte yaymasına karşı harekete geçmek zorunda olduğunu, aksi halde “otoriter değerlerin” küresel yapay zekâ yönetişimine damga vurabileceğini belirtiyor.
Daha önce de yazdım, ilerleyen haftalarda daha da detaylı yazacağım: Bütün bu süreçte Türkiye’nin ilk yapması gereken kapsamlı bir veri politikası geliştirmek olacaktır. Ekonomi, toplumsal hayat ve ulusal güvenliğin kesişiminde çok kritik bir öneme sahip olan bu konunun yeterince önemsenmediğini düşünüyorum.
Sonuç: 21. yüzyılın normatif mücadelesi
Sonuç: Hız mı, değer mi?
Bugün otoriter rejimler, veri bolluğu ve sınırlı hukuki kısıtlamalar sayesinde hızlı kararlar alabiliyor. Bu hız, kısa vadede onlara rekabet avantajı sağlıyor; ancak uzun vadede toplumun güvenini, yaratıcılığı ve yenilik ekosistemini aşındırıyor. Demokrasiler ise yavaş ilerliyor — çünkü sürecin içine denetimi, müzakereyi ve bireysel hakları dâhil ediyorlar. Fakat tam da bu yavaşlık, teknolojiyi yalnızca bir güç aracına değil, insan onurunu koruyan bir kamusal değere dönüştürebilecek en güçlü zemin.
21.yüzyılın en kritik sorusu artık açık: Küresel yapay zekâ düzenini hangi anlayış şekillendirecek? Hız ve gözetimle ilerleyen otoriterler mi, yoksa normlar ve değerlerle yöneten demokrasiler mi? Cevap yalnızca teknolojik kapasiteye değil, aynı zamanda hangi değerlerin evrenselleşeceğine bağlı. Yani aslında yapay zekâ alanındaki rekabeti geleceğin siyasal düzeni için verilen bir normatif mücadele olarak görmek de mümkün. Bu mücadelede kimin kazandığı, yalnızca teknolojik üstünlüğü değil, insanlığın dijital çağda özgürlükle güvenlik, yenilikle etik arasında nasıl bir denge kuracağını da belirleyecek.