Sanayide verimlilik artışı sihirli bir değnek midir?

Son zamanlarda sanayi­cilerin sesi duyulur ol­du. Daha önceleri çok konuşmuyorlardı. Anlaşılan uygulanan modelin sanayi üzerine yaptığı yıkıcı etkiler giderek tahammül sınırları­nı aşmış.

Sanayicilerin sorunlarını giderek daha fazla kamuoyu gündemine getirmeleri ba­zı kesimlerce onların ekono­mi yönetiminin uyguladığı enflas­yonla mücadele programına karşı eleştiri olarak anlaşılıyor. Hatta kamuoyunun bir kısmı sanayici­leri “enflasyon lobisi” olarak ni­telendirerek, bu eleştirileri sa­nayicilerin enflasyonist ortamın sağladığı ekonomik imkânlardan vazgeçememelerinin bir sonucu olarak yorumluyor.

Aslında benim gördüğüm ve ta­nıdığım gerçek sanayicilerin enf­lasyon sevici bir yanları yok. Bel­ki üretim yapmayıp, sadece al-sat ile uğraşan iş insanları enflasyo­nist ortamın nimetlerinden da­ha fazla yararlanıyor olabilir. Ama gerçek sanayicilerin, sürekli artan üretim maliyetleri altında baskıla­nan ürün fiyatlarının işletme ser­mayeleri üzerine yaptığı olumsuz etkilerden memnun olmaları pek mümkün değil. Birçoğu enflasyo­nun ülke ekonomisindeki göre­li fiyatları deforme edici etkisinin farkında. O yüzden sanayici olan iş insanlarına yönelik olarak yapı­labilecek bu tür eleştirileri kabul edebilmek çok mümkün değil.

Öte yandan sanayicilerin şikâ­yetlerine yönelik olarak ekono­mi yönetiminin pozisyon alıp, bu eleştirilere karşı programı savun­mak ve bu şekilde sanayiciler­den gelen eleştirileri önemsizleş­tirmeyi çalışmasını da hiç doğru bulmuyorum.

Sanayicilere yönelik yol haritası oluşturulamadı

Sanayicilerin ekonomi yöneti­minin yürüttüğü programa yöne­lik eleştirilerini bu programı bir bütün olarak reddetmek olarak dü­şünmek doğru değil. Onlar böyle bir program altında içeride ve dı­şarıda ekonomik olarak varlıkla­rını sürdürebilmek için yetkililer­den bir liderlik beklemektedirler. Sanayicileri bugünkü ekonomik problemlerin sorumlusu olarak göstermek yerine, gerçek anlamda onların da bu sorunların çözümün bir parçası olduklarının kabul edil­mesi önem arz etmektedir.

Türk sanayisinin yapısını bil­meden, onun iş pratikleri hakkın­da alternatif bir görüş ortaya koy­madan yürütülecek böyle bir enf­lasyonla mücadele programı ülke ekonomimizin sermaye birikimi­ne büyük zararlar verebilir. Türk sanayisi değişen dünya ekonomik koşullarında artan uluslarara­sı rekabetin ezici yükünü yüklen­mişken, bu yeni koşullara uyumda ciddi sorunlar çekmektedir.

Kanımca mevcut program bu ko­nuda yeterli özeni göstermekten uzak. Hatta bu konuda kendine son derecede pasif bir rol benimse­miş durumda.

Diğer bir deyişle ekonomi yöne­timi enflasyon tek haneli enflas­yon oranlarına ulaşıldığında hem hanehalkları hem de sanayinin da­ha iyi ekonomik koşullara erişip, bu koşullardan daha fazla refah ve üretim kabiliyeti elde edeceğini id­dia etmektedir. Ancak bunun nasıl olacağı yönünde sanayicilere yö­nelik bir yol haritası, yeni bir sana­yi öyküsü oluşturamamaktadır.

Maalesef uygulanan programın eksik yanı da bunları gerçekleşti­rebilecek bir liderliğin bugünkü ekonomi yönetimi tarafından ya­pılamamasıdır.

Türk sanayicisinin birçok so­runu var elbette. Bunlardan en önemlisi verimlilik ile ilgili sorun­lar. Bugün kur ve faiz yükünden şikâyet eden sanayicilere karşı çok sık verimlilik üzerinden eleş­tiriler yöneltiliyor ve sanayicile­rin mevcut şikâyetlerinin ise üre­timde sağlanacak verimlilik ar­tışları ile telafi edilebileceğinden bahsediliyor. Ama gerekli olacak verimlilik artışının ne düzeyde ol­ması gerektiği sorgulanmıyor. Sa­nayicilerimizin bugünkü iş pra­tikleri ve ülkenin kurumsal yapısı içinde bu düzeyde verimlik artışı­nı “teknik” olarak yapabilecekleri sorgulanmıyor.

Ya da bugünkü yüksek faizlerin ve baskılanana kur seviyesinin iş­letme pratikleri üzerinde yarat­tığı olumsuzlukları telafisi ne ka­darlık verimlilik artışlarıyla telafi edilebileceği konusu cevapsız kalı­yor. Ya da bu gerekli seviyedeki ve­rimlilik artışlarının mevcut piya­sa koşulları ve iktisadi çerçevede gerçekleştirilebilip gerçekleştiri­lemeyeceği ise hiç mi hiç tartışma konusu edilmiyor.

Sanki ülkede ve dünyada ye­ni politikalara ve liderliğe ihtiyaç duyan hiçbir şey yokmuş gibi, bu konudaki sorumluluğun tümü sözüm ona “verimlilik artışı yapmaktan kaçınan” sanayici­lere yükleniyor. Ama bir sana­yicinin neden verimlilik artı­şı getirecek harcamaları yap­madığı veya yapamadığından bahsedilmiyor.

Eğer verimlilik sanayicile­rimizin ve Türkiye ekonomi­sinin yegâne sorunu ise sorul­ması gereken diğer bir soru şu:

Bugünkü ekonomik ve siyasi ya­pısı altında ek finansmana ihtiyaç duymadan Türk sanayicisinin yap­ması gereken verimlilik artışı ne­dir? Böyle bir artış gerçekten sana­yideki yapısal sorunlarımızı gider­meye yetecek midir?

Bunu basit bir örnekle ifade edeyim. Türkiye’de herkes Türk sanayinin uluslararası rekabet gü­cündeki azalmadan bahseder. Bu­nun içinde verimliliğin önemine vurgu yapar. Ancak yapısal ola­rak Türk sanayisinin genelinde üretim kapasiteleri iç pazara göre oluşturulur. Hem kapasite seçimi, hem de üretilecek ürün özellikle­rinin tespitinde iç pazardaki tü­ketici tercihlerinin önemi büyük­tür. Ülke ekonomisinde iç pazarın büyük olması üreticilerin üretim ve kapasite tercihlerinde yerel ih­tiyaçların daha fazla dikkate alın­masına neden olur.

Ülkemizde sadece dış talebin ih­tiyaçlarını dikkate alarak oluşturu­lan üretim kapasiteleri son derece­de kısıtlıdır. Bu ancak uluslararası değer zincirleri içinde Türkiye’nin sahip olduğu bir maliyet avantajın­dan faydalanmak için, o değer zin­cirinin Türkiye’de oluşturulan bi­rimlerinin oluşturulması amacıyla mümkün olabilir. Ancak böyle bir küresel değer zincirine dâhil olma­yan Türk sanayicilerin uluslarara­sı rekabette iç pazarın sağlayacağı üretim hacmi ve faaliyet kazanç­ları son derecede önemlidir ve göz ardı edilemez.

Tercih içeriye yönelik satış

Böyle bir yapıya sahip Türk sa­nayicilerin ihracatı ise büyük öl­çüde içeride kullanılamayan ka­pasitenin dışarıya yönlendiril­mesi şeklinde gerçekleşir. Zaten dış talebe yönelik yapılacak satış faaliyetlerinin ek maliyetlere ge­reksinim duyması sanayicilerin mümkün olduğu ölçüde içeriye yönelik satış yapmayı tercih et­melerine neden olur.

Özellikle 1990 yılında 32 numa­ralı kararnamenin ardından döviz cinsinden yükümlülük almaya baş­layan Türk sanayisi iç pazara yöne­lik üretimin kapasitesinin bir kıs­mını neredeyse zorunlu olarak ih­racata yöneltmiştir. Bunun nedeni döviz cinsinden borçlarını “hedge” edebilmektir. Benim gözlemlerime göre büyük işletmeler satışlarının %30-%35’in ihracata yöneterek bu işlevi yerine getiriyorlar.

Türk sanayisinin üretim kapa­sitesinin daha fazla kısmını ih­racata yönlendirebilecek finans­man olanakları olmadığı için an­cak bu oranlarda kalmayı tercih etmektedirler.

Neden mi?

Çünkü dış pazara mal satmak, onun için bir dağıtım kanalı ku­rabilmek daha maliyetlidir. Oysa içeride sahip oldukları, oturmuş bir dağıtım kanalı yardımıyla çok daha fazla ve tabi çok daha fazla nakit üretebilmektedirler. Ayrı­ca iç pazardan ve yurtiçinde daha kolay yönetilebilen pazar organi­zasyonundan yararlanılarak elde edilen kazançlar ihracat yapma­nın maliyetini karşılamak için de ciddi bir kaynaktır.

Ayrı ayrı politika gerekli

Böyle bir ihracat yapısında Türk şirketlerinin ürün bileşenlerinin hedeflediği talep de, Türk tüketi­cisinin tercihlerine benzer tüketi­ci tercihlerine sahip pazarlardadır. Bu bağlamda, örneğin ABD paza­rı sahip olduğu tüketici tercihleri­nin ve standartların Türkiye’deki­lerden farklılığı nedeniyle son de­recede maliyetli bir pazardır. Türk sanayicilerinin bu pazara girebil­mek için çok büyük maliyetlere katlanmaları gerekmektedir.

Yine armatür sektöründe ne­redeyse bir kartel özelliği göste­ren Alman pazarına girebilmek de Türk firmaları için son derecede meşakkatli ve maliyetlidir.

Bu örnekleri çoğaltmak müm­kün. Ancak bunlardan kamuoyu­nun anlaması gereken sanayicinin üretim teknolojisinde ve iş pratik­lerinden yapacakları değişiklik­ler yoluyla sağlanacak verimlilik artışlarının günümüz sanayicile­rinin karşı karşıya kaldığı “piyasa aksaklıklarından” kaynaklanan bu sorunları çözebilmesi mümkün değil. Rekabetçiliğin günümüzdeki en önemli unsurlarından bir olan “ölçek” sorununu giderecek düzey­de üretim kapasitelerindeki artı­şın temel koşulu dış pazarlarda ve yurtiçindeki istikrardır. Böyle bir istikrar olmadan bu ölçeklerin sa­tışa dönüşmesi zor olduğu gibi son derecede de maliyetlidir.

Bu sorunların her biri merkezi olarak masaya yatırılıp, çözümü için ayrı ayrı politikaların oluştu­rulmasına ihtiyaç duymaktadır. Bu da Türk sanayisinin yeni bir “sanayileşme paradigması” ile ye­niden yapılandırılmasını gerekli kılmaktadır.

Yazara Ait Diğer Yazılar