Toprağın altı hazinedir, üstü güven meselesi

Şimdi sizden bir stratejik ürünü düşünmenizi is­tiyorum: Bu ürünün fi­yatı yüksek talepten dolayı sürekli artıyor. Üstelik bu fiyat artışı eğiliminin yakın gele­cekte de devam etme­si bekleniyor. Türkiye bu ürünü en fazla kulla­nan ülkelerden biri.

O yüzden de geçen sene dış ticaret açığımızın tam beşte biri (17 milyar Dolar) bu ürünün ithalatına gitmiş. Da­hası, gelir durumundan bağımsız olarak, ülkedeki bütün vatandaş­ların fiyatını her gün takip ettiği bu ürünü Türkiye’nin kendi top­raklarında üretecek, işleyecek ve gelecekte ithal bağımlılığını sıfı­ra indirecek potansiyeli de var.

Şimdi ülke yönetiminde söz sahibi olan biri olsanız ne öne­rirdiniz? Ben bu stratejik ürünü ülkemde daha fazla üretmenin yollarını arar, daha sonra da bu­radan elde edilecek geliri de eşit bölüştürmeyi hedeflerdim. Ürü­nün adını duyuncaya kadar siz­lerin de farklı düşüneceğini san­mıyorum. Peki bu ürün ne? Dün itibarıyla tarihi zirvesine ulaşan Altın!!!

Maden kanunu tartışmaları ne gösterdi?

Hepinizin takip ettiği gibi ge­çen hafta TBMM’nde Maden Ka­nunu üzerinde yapılan tartışma­lar çok haklı sebeplerle zeytinlik­ler üzerinde yoğunlaştı ve bizler önerilen maden kanununun sür­dürülebilir, çevre dostu bir ma­den politikasına yardımcı olup olmayacağını tartışamadık. Hak­lı sebepler dememin iki sebebi var. İlki, getirilen kanun teklifin­de halkın farklı kesimlerinin çe­kincelerini giderecek bir sosyal ve ekonomik etki analizi yoktu.

Karardan dolayı mağduriyet ya­şayacak olan halkın zararları­nı tanzim edecek bir anlayış ge­lişmemişti. Zeytinlikler ile ilgili alınan kararın emsal teşkil edip etmeyeceğine dair soru işaret­leri geçiştirildi. Bütün bu eksik­likler de bizi tarımla maden ara­sında bir seçim yapmamızın bek­lendiği bir duruma soktu. Termik santralinin yerinin hatalı seçil­mesinden, özelleştirme süreci­ne kadar uzanan bu zincir; devle­tin önemli hatalar yaptığı bir dö­nemdir. Kanun teklifinin halkın çoğunluğunda infial yaratması­nın ikinci sebebi de Soma ve İliç gibi, adeta bağıra bağıra gelen fa­ciaların yarattığı haklı kuşkuy­du. Bugün Akkuyu üzerinde dö­nen tartışmalarının da özünde bu haklı kuşku var.

Üretmeden tüketsek olur mu?

Türkiye’de altın ile ilgili tar­tışmalar birbirinden kopuk iki eksende gelişiyor. Bu da bütün­cül bir analiz yapmamızı güçleş­tiriyor. İlk eksende altının finan­sal bir varlık olarak değerlendi­rilmesi var. Siyasi ve ekonomik belirsizliklerin olduğu her dö­nemde altına olan talep artar. O yüzden hem ülke içinde hem de küresel ölçekte belirsizliklerin üst düzeyde olduğu bu dönemde altın ve diğer değerli madenle­rin fiyatlarının artmasında şaşı­racak bir durum yok. Şaşırılma­sı gereken şey ise hatalardan ders alınmadan eskinin yanlışların­da ısrar edilmesi…

Bu ülkede ta­rihin her döneminde kota konu­larak ithalatı azaltmaya çalışma beraberinde dolambaçlı yollara sapma ve kaçakçılığı beraberin­de getirir. Bu dönem de istisna değil. Ağustos 2023 yılında altın ithalatına getirilen sınırlama ile ülkedeki altın fiyatları uluslara­rası seviyenin üzerine çıktı. Ki­logramda 5 bin doları aşan fiyat farklarının oluştuğu dönemler yaşandı ve bu da kayıt dışı altın girişine zemin hazırladı.

Ayrıca, tüketim malı olarak sınıflandırı­lan mücevher ithalatı da kotanın yürürlüğe girmesinin ardından hızla arttı. Kota uygulanmadan önce yaklaşık 1,6 milyar Dolar olan on iki aylık mücevher ithala­tı, son dönemde dört katına çıktı. Özetle, yüksek enflasyon ve be­lirsizlik sonucu altına olan tale­bin ve ithalat faturasının artma­sına tedbir olarak uygulanan kota uygulaması hem kaçakçılığı art­tırdı hem de dolambaçlı yolları teşvik ederek ekonomideki den­geleri olumsuz etkiledi.

Talebi mi kısalım üretimi mi arttıralım?

Yukarıda altın ile ilgili tartış­maların iki kopuk eksende iler­lediğinden bahsetmiştim. Bu ek­senlerden ikincisi ve göz ardı edileni ise altının üretimidir. Şu soruyla başlayalım: Altına olan talep artıyorsa ve bu cari açığımı­zı olumsuz etkiliyorsa ne yapma­lıyız? Bu soruya iki farklı cevap verilebilir. İlk olarak, makroeko­nomik ve siyasi istikrar sağlanır­sa altına olan talep azalır. Dola­yısıyla, talebi karşılayacak altını üretmek yerine doğru makroe­konomi politikalarını izleyerek altına olan talebi ve yarattığı kı­rılganlığı azaltabiliriz. Böylece, altın üretiminin yaratabilece­ği çevresel olumsuzlukların da önüne geçebiliriz.

Yukarıdaki soruya verilecek olan ikinci cevap da işe üretim ve katma değer yaratma tarafın­dan bakmakla verilebilir. Tale­bi karşılamak için daha fazla al­tın üretebiliriz. Peki Türkiye’nin altın üretme potansiyeli yüksek mi? Evet. Son çeyrek asırda Tür­kiye’de 520 ton altın üretildi. Ya­pılan modelleme çalışmalarına göre ülkenin toplam altın varlığı ise 6500 ton civarında.

Yani 650 milyar Doların üzerinde bir de­ğere sahip yaklaşık 6000 ton al­tın ülkemizin yer altı zenginliği olarak elimizde duruyor. 2024 yı­lında 222 ton altın ithal ettiğimi­zi hesaba katarsak 25 yıllık altın ithalatımızdan daha fazlasını bu ülkenin kaynaklarıyla karşılaya­biliriz. Mevcut durumda Türki­ye’de istenilen seviyede olmasa da gelişmekte olan bir ekosistem var. Sektörü keşif, üretim ve rafi­naj olarak üç bölümde incelediği­mizde 18 altın madeninin 4 tane­si yabancı sermayeli Türk şirke­tine, 14 tanesi ise yerli firmalara ait. Ayrıca, Hazine ve Maliye Ba­kanlığı tarafınca altın rafinaj li­sansı sağlanan 5 tane altın rafi­nerisi var.

Ne eksik?

Kısaca cevap vermek gerekirse, eksik olan temel şey üretim değil; itibar, doğru yatırım ve adil bir bölüşüm vizyonudur. Bir anek­dotla başlayayım. İliç’te, çok da­ha büyük bir doğa felaketinin kıl payı önlendiği kaza olmadan ön­ce, saha çalışması yapıp buradaki risklere dikkat çekmiş, bir de ra­por hazırlamıştık. Buradaki kaza adeta “ben geliyorum” diyordu ve hem devlet hem de özel sektör bütün uyarılara ve daha kötüsü yıllar önce Soma’da yaşanmasına rağmen hiçbir şey yapmadı.

Ha­len Afşin Elbistan termik santra­li gerekli yatırımı yapmadığı için zehir saçıyor. Özel sektör ve dev­let vatandaşın ve STK’ların haklı kaygılarını giderecek çabayı gös­termediği için bu ülkede maden­cilik sektörü doğa felaketleriyle bir görülüyor. Oysa, herkesin va­tandaşı olmak isteyeceği, kendi­nizi güvende hissedeceğiniz ve “refah devleti” kavramına en ya­kın ülkelerden ikisi olan Kanada ve Avustralya’da altın madenci­liği bütün hızıyla devam ediyor. Dolayısıyla sorun altın maden­ciliğinin ya da bir bütün olarak madenciliğin kendisinde değil.

Üstelik madenlere olan talep bu yeni dönemde artarak devam edecek. Biz sürdürülebilir, çev­re dostu bir madenciliği başara­bilmiş ülkelerin bunu nasıl yapa­bildiğine kafa yoracağımıza diğer alanlarda olduğu gibi bir kamp­laşmaya gidiyoruz. Kampın bir tarafında mevcut haliyle, sektörü herhangi bir iyileştirmeye zorla­madan, kurumların denetim ve düzenleme kapasitesini geliştir­meden madencilik sektörünü bü­yütmeye çalışanlar var. Kampın diğer tarafında ise geçmiş tec­rübelere dayanarak madenciliğe toptan sırtını dönenler var.

Büyük bir altın arama fonu kurulabilir mi?

İkinci eksik de doğru yatırım ve adil bölüşüm konusunda… Türkiye’de mevcut durumda bir yandan Eti Maden ruhsatları adeta talan edilirken diğer yan­dan şirketler akla hayale gelme­yecek rödovans oranları öneri­yorlar. Bu durumun sürdürüle­bilir olmadığı açık. Daha önemli bir konu ise altın aramanın ge­tirdiği ekonomik riski kaldıra­bilecek büyük sermayeli bir şir­ketin olmaması. Bugün kabaca altın arama ruhsatı alınarak ara­ma yapılan yerlerin %99’unda maden varlığı tespit edilemedi­ği için maden arama faaliyetine son veriliyor. Bu da çok önemli bir iktisadi risk. Tam da bu yüz­den büyük altın şirketlerinin ço­ğu (Barrick, Newmont, Anglo­Gold vs.), Kanada, Avustralya, ABD gibi ülkelerde sermaye pi­yasalarına açık, dev fonlarla ça­lışan şirketlerdir. Bunu aklımı­zın bir yerinde tutalım.

Altın ve değerli madenlerle il­gili bir başka eleştiri konusu ise ülkemizin yeraltı zenginliklerin halk tarafından paylaşılmaması… TBMM’deki komisyon toplantı­larında sıkça dile getirilen eleşti­rilerden biri de buydu. Dolayısıy­la hem altın arama faaliyetlerin­deki riski azaltan hem de altının yarattığı ekonomik değeri bölüş­türen bir anlayış geliştirilebilir.

Peki nasıl? Halkın da az ya da çok kendi birikimleriyle katkı koyacağı ve tasarrufunu değer­lendirebileceği, içinde özel sek­törün de, tercihen yabancı ser­mayenin de olacağı büyük ölçekli bir şirket/fon oluşturulabilir. Bu fon ülke genelinde ve yurtdışında altın arama faaliyetlerinde bulu­nur. Riski paylaştırmayı ve çeşit­lendirmeyi sağlayacak bu modeli girişimcilik alanındaki “fund of funds” modeli gibi düşünün. Böy­le bir fondan elde edilecek karın bir bölümü hissedar vatandaşlar tarafından paylaşılırken bir kıs­mı da Türkiye’nin iklim kriziyle mücadelesinde ya da “adil dönü­şüm” projelerinde kullanılabilir.

Peki böyle bir fon için gerekli siyasi ve ekonomik koşullar mev­cut durumda ülkemizde oluşmuş durumda mı? Maalesef hayır! İlk başta şeffaflık, hesap verebilirlik ve kurumsal kabiliyet gibi kriter­lerde müthiş bir aşınma var. En yakın ve çarpıcı örneği ise Türki­ye Varlık Fonu. Ne yaptığını, na­sıl yaptığını ve kime hangi hesabı verdiğini kimse bilmiyor. Bu ne­denle meselenin dönüp dolaşıp kurumsal kapasiteye, şeffaflığa ve hesap verebilirliğe dayandığı­nı görmek gerekiyor. Uluslarara­sı şeffaflık kriterleri sağlanma­dan, liyakat bazlı bir yönetim an­layışı oluşmadan kurulacak olan bir şirket ya da fonun siyasetin ve bürokrasinin elini güçlendirece­ği kesin…

Özetle, mevcut durumda Tür­kiye’de altın, değerli bir maden­den çok üretim, bölüşüm ve yö­netişim anlayışımızın aynasıdır. Eldeki zenginliğe rağmen ca­ri açık veren, halkına güven ver­meyen ve kamu yararını öncele­meyen bir düzende ne sağlıklı bir tartışma yürütülebilir ne de doğ­ru bir politika ya da fon oluşturu­labilir. Oysa biz hem bu ülkenin kaynaklarını hem de insanları­nın birikimini doğru yönlendire­cek kurumsal cesareti gösterebil­sek, altın yalnızca yerin altından değil, topyekûn refahın temelin­den de çıkarılabilir.

Yazara Ait Diğer Yazılar