Toprağın altını akıl ve cesaretle işleyebilecek miyiz?
Geçtiğimiz yıllarda dünya, Ukrayna’daki savaşın sadece enerji rotalarını değil, bir başka kritik alanı daha yeniden tanımladığını gördü: nadir toprak elementleri.
Savaşın başlarında ABD’nin Ukrayna’dan ilk talebi neydi dersiniz? Tank mı? Füze mi? Hayır. Nadir toprak elementleriydi. Çünkü bugün silahlı dronlardan lazer sistemlerine, elektrikli araçlardan rüzgar türbinlerine kadar uzanan geniş bir yelpazede bu elementler olmadan üretim yapmak mümkün değil.
Nadir toprak elementleri (NTE’ler), sadece gelişmiş teknolojilerin değil, aynı zamanda 21. yüzyılın jeopolitik rekabetinin de kalbinde yer alıyor. Ne yazık ki bu yarışta Türkiye sessiz ve hazırlıksız.
Oysa veriler, bu konuda yüksek bir potansiyelimiz olduğunu gösteriyor. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın hazırladığı Kritik ve Stratejik Madenler Raporu, NTE’leri Türkiye için “önemli kritik maden” olarak sınıflandırıyor. Ülkemizde çıkarılabilen bu madenler, yüksek teknolojiye dayalı üretimin ham maddesi. Ancak sorun şu ki, çıkarıyoruz ama işlemiyoruz. Satıyoruz ama değer yaratamıyoruz.
Bu tablo yeni değil. Falih Rıfkı Atay, “Çankaya” adlı eserinde 1836 yılında Osmanlı’nın ekonomik durumunu anlamak için görevlendirilen Prusyalı subay Moltke’nin şu gözlemini aktarır:
“Türk, kendi toprağında yetişen bir okka dokunmuş kumaşa 10 okka ham ipliği verir.”
İşte, üzerinden neredeyse iki yüzyıl geçse de kaderimiz aynı: Değeri biz yaratmıyoruz, başkaları yaratıyor. Kaynağı olan biziz, ama teknolojiyi geliştiren, ürünü tasarlayan, yüksek katma değeri cebine koyan başkası.
Biz neden ucuza satalım?
Bugün nadir toprak elementlerinin %60’tan fazlası Çin tarafından üretiliyor. İşlenmiş ürün pazarında ise Çin’in payı %85’i buluyor. Yani sadece çıkaran değil, işleyip ihraç eden ve politik güç olarak kullanan da Çin. Bu noktada ülke olarak şu soruyu sormak zorundayız: Biz neden kendi nadir elementlerimizi işlenmemiş halde ucuza satalım ve sonra o hammaddeden üretilmiş yüksek teknolojili ürünleri 100 katına ithal edelim?
Türkiye’nin maden politikasında temel sorun üretimin kendisinden ziyade üretim sonrası süreçlerden kaynaklanıyor. Örneğin Eskişehir-Beylikova’da büyük bir rezerv tespit edilmiş durumda. Bu rezerv, Avrupa’nın en büyük, dünyanın ise sayılı kaynaklarından biri. Ama biz hâlâ o cevheri işler hâle getirecek entegre bir tesis kurabilmiş değiliz. Dahası, ülkenin bütün vatandaşlarının bu zenginlikten yararlanmasını hedeflememiz gerekirken bu konuda kamuoyunda bir farkındalık bir oluşmamış durumda. TBMM’den yeni geçen Maden Kanunu’nda da stratejik öneme sahip bu konu adeta es geçilip stratejik ve kritik madenlerin ne olacağının tanımı bile yapılmamış.
Peki bu işin çözümü nedir?
Birincisi, madencilik sadece “çıkarma” faaliyeti olarak görülmemeli. Stratejik madenleri sadece yerin altından çıkarmak değil, aynı zamanda rafine etmek, saflaştırmak ve yüksek teknolojiye entegre edebilmek gerekir. Bunun için de AR-GE, teknoloji transferi ve özellikle yüksek teknoloji sanayisi ile madencilik sektörünün entegre çalışması gerekir.
İkincisi, finansman. Büyük yatırımlar gerektiren bu alanda riski özel sektöre yıkmak çözüm değil. Daha önce altın arama fonu için önerdiğim modele benzer şekilde, kamu-özel ortaklığı ile vatandaşların da küçük paylarla yatırım yapabileceği büyük ölçekli bir “kritik madenler fonu” kurulabilir. Hatta bu fon sadece yurt içindeki değil, yurtdışındaki stratejik maden yatırımlarını da hedef alabilir.
Üçüncüsü, değer zincirine hâkimiyet. Ham maddeyi ihraç eden değil, onu son ürüne dönüştüren ülke olmalıyız. Nadir toprak elementlerinden ürünleri üretip bunları iç pazarda ve ihracatta kullanmalıyız. Türkiye’nin ihracat kompozisyonuna baktığınızda yüksek teknolojili ürünlerin toplam içindeki payı %3’ü bile geçmiyor. Bu tabloyu değiştirmek için kritik madenler eşsiz bir fırsat sunuyor.
Dördüncüsü, uluslararası iş birlikleri. Japonya, dışa bağımlılığını azaltmak için Avustralya ile, AB ise Kanada ve Afrika ülkeleriyle stratejik anlaşmalar yaptı. Biz ise henüz bir madencilik diplomasisi geliştirebilmiş değiliz. Halbuki Eskişehir’den başlayan yol, Kazakistan’dan Afrika’ya kadar uzanabilir.
Beşincisi ve belki de en önemlisi: Güven. Bugün Türkiye’de madencilik sektörü, doğa tahribatı ve kuralsızlıkla anılıyor. Haklı sebeplerle toplumun geniş kesimlerinde bu alana karşı bir güvensizlik var. İliç faciası bu kuşkuların ne kadar yerinde olduğunu ortaya koydu. Oysa Kanada ve Avustralya gibi ülkeler, çevreyle uyumlu ve şeffaf madencilik politikalarıyla hem doğayı koruyup hem de sektörlerini büyütebildiler. Biz de aynı yolu izlemeliyiz. İşleyen bir hukuk sistemi, bağımsız denetim ve halkla iş birliği, güven inşa etmenin temelidir.
Ve son olarak, bir zihniyet değişimi şart. Çünkü bu mesele sadece birkaç nadir elementten ibaret değil. Bu mesele Türkiye’nin kronik yapısal problemi: Değer yaratamamak. Sahip olduğumuz cevheri, aklımızla, kurumsal kapasitemizle ve teknolojimizle işleyemediğimiz sürece, hep başkalarının teknolojisini kullanacağız, hep onların refahına katkı sunacağız.
Türkiye’nin kritik ve stratejik madenlerde önümüzdeki 10 yıl içinde atacağı adımlar, sadece ekonomik geleceğimizi değil, dış politikadaki manevra alanımızı da belirleyecek. Ya bu yarışa ciddi bir oyuncu olarak katılacağız ya da yedek kulübesinde kalacağız.
Molke’nin 1836’da söylediği söz hâlâ geçerliyse, bu bizim değil, bizim yönetim anlayışımızın ayıbıdır.
Artık karar zamanı: Ya toprağın altındaki bu zenginliği kendi halkımızın refahı için kullanacağız, ya da yüzyıllık bir ezberi tekrarlayacağız.