Türkiye’de devlet büyük mü?

Son bir haftadır devle­tin ekonomideki ağır­lığı üzerine tartışmalar dönmeye başlayınca ben de bu haftaki yazıyı bu ko­nuya ayırdım. Yüzlerce yıldır devlet ve birey ara­sındaki toplumsal sözleş­menin en önemli alanla­rından biri devletin iktisa­di alana ne kadar müdahil olması gerektiği üzerine şekillenmekte. Bu konuda iki ayrı ekol var.

Dünyanın gelmiş geçmiş en önemli sosyal bilimcilerinden bi­ri olan Thomas Hobbes’a göre insan, doğası gereği güvensiz ve saldırgan­dır. Bu yüzden güçlü bir devlet gere­kir: Herkesin elini kolunu bağlayan, şiddet tekelini elinde tutan, birey­leri koruyan bir Leviathan… Hob­bes’un devlet anlayışı, bireyin gü­venliğini bireysel özgürlüklerinin önüne koyar. Ona göre “büyük dev­let”, kaosa karşı en iyi sigortadır.

Kendisinden sonra gelen birçok aydına rehberlik etmiş ve ünü Hob­bes’dan aşağı olmayan Jean-Jacqu­es Rousseau ise insanın doğası ge­reği iyi olup toplumla birlikte bo­zulduğunu iddia eder. Devlet, bu yozlaşmayı tersine çevirmek ve or­tak iradeyi (genel irade) hayata ge­çirmek için vardır. Yani Roussea­u’nun devleti, Hobbes’unkinden daha katılımcı, daha halkçı ve öz­gürlükçüdür. Ama o da devletin “hiç olmamasını” savunmaz. Ona göre sorun devlette değil, devletin hangi temelde kurulduğundadır.

Bugünkü “büyük devlet mi, küçük devlet mi?” tartışmaları da aslın­da bu kadim sorulara çıkar. Devlet ne için vardır? Kimi korur? Kimin önünü açar, kimin ayağına taş ko­yar? Eğer Hobbes’u fazla dinlersek, her krizi fırsat bilen otoriter yapılar büyür. Rousseau’yu görmezden ge­lirsek, halkın iradesi yerine piyasa­nın sesi duyulur. Başarılı devlet, öz­gürlükle güvenlik, bireysel haklarla kamusal sorumluluk arasında den­geyi kurabilen bir devlet olmalıdır.

Sorun harcamalarda ya da vergide değil…

Kamu harcamalarının milli ge­lir içindeki payına baktığımızda OECD ve Avrupa Birliği ortalaması­nın oldukça altında kalıyoruz. Hat­ta, kapitalizmin beşiği diyeceğimiz ABD’de bile kamu harcamalarının milli gelir içindeki payı Türkiye’nin üstünde yer alıyor. Dolayısıyla, ka­munun harcamacı tarafını baz alır­sak Türkiye, devletin ekonomideki ağırlığının fazla olduğu bir ülke de­ğil. Problem, harcamaların yüksek olması değil kalitesi ya da kompo­zisyonu…

Odağımızı harcama tarafından vergi tarafına çevirdiğimizde de du­rum değişmiyor. Vergi gelirlerinin mili gelir içindeki payın %24 civa­rında seyrediyor. Bu oran da geliş­miş ve gelişmekte olan ülkelerin or­talamasının bir hayli altında kalıyor. Sonuç olarak, Türkiye’de vergi gelir­leri açısından da devletin büyük ol­duğunu söylemek güç. Burada da ka­mu harcamalarında olduğu gibi kali­te ve kompozisyon problemi var.

Çok sık tartışılan konulardan biri de kamu personeli sayısı… Son dö­nemde artan kamu personeli alım­larıyla toplam istihdam içinde ka­munun payının arttığını ve devle­tin istihdam açısından ekonomiye katkısının yüksek olduğunu düşü­nebilirsiniz.

Oysa bu da uluslarara­sı verilerle desteklenebilecek bir ar­güman değil. Türkiye, kamu istih­damının toplam istihdam içindeki payı açısından OECD ve Avrupa Bir­liği ülkeleri arasında son sıralarda yer alıyor. Yani uluslararası kıyasla­malara bakacak olursak Türkiye’de kamunun daha fazla istihdam yarat­ması lazım. Yalnız buradaki proble­mi netleştirmek gerekiyor.

Son dö­nemde kamu istihdamındaki artış­lara rağmen kamu hizmetlerinden memnuniyette önemli bir düşme görüyoruz. Yani, OECD ya da Avru­pa Birliği ortalamasını yakalamak için daha fazla kamu personelini is­tihdam etmek bu yönetim anlayışın­da bütçedeki katılığı arttırmaktan ve işsizliği maskelemekten başka bir işe yaramaz.

Devletin ekonomideki ağırlığı ko­nusuna kamu iktisadi teşekkülle­ri açısından da bakmak gerekiyor. Türkiye, kamu iktisadi teşekkülle­rinin ekonomideki ağırlığı konu­sunda da ortalama bir ülke. Burada Cumhuriyet tarihindeki özelleştir­melerin %90’ından fazlasının son 20 senede yapıldığını not etmekte fayda var.

Burada iki temel problem var: ilki, SEKA ya da Türk Telekom gibi özelleştirme süreci ve sonrası kamu refahının olumsuz etkilendi­ği birçok vaka yaşandı. İkincisi ise, bu şirketler özelleştirildikten sonra kağıt üstünde kamunun olmasa bile gerçekte kamunun arka bahçesi ol­maya devam ettiler. Yani, devlet bü­rokrasisi, özelleştirildikten sonra bu şirketlerde daha fazla ve verimsizlik yaratacak şekilde söz sahibi oldu.

Karar alma mekanizmaları

Türkiye’de ortaklık yapısına bak­tığınızda kamunun payının olmadı­ğı ama kamunun bütün heybetiyle yönettiği şirketler var. Birçok örnek vermek mümkün ama iki büyük te­lekomünikasyon şirketinin yönetim kuruluna bakmak bile çok şey anla­tıyor.

O zaman şu sonucu çıkarabili­riz: bir ekonomide devletin ağırlığı­nı ölçmek için sadece kamu harca­maları, vergi gelirleri ve KİT’lerin büyüklüğüne bakmak oldukça yanıl­tıcı sonuçlar doğurabilir. Ekonomi­nin tamamında karar alma mekaniz­malarında kamu bürokrasisinin ve siyasetin etki gücüne bakmak üstte­ki göstergelerden daha da önem ta­şıyor.

Bugün, stratejik olsun ya da ol­masın bütün sektörlerin; ölçeğin­den bağımsız bütün şirketlerin ka­deri devlet bürokrasisinin iki dudağı arasında. Ekonomide kaynak dağılı­mı çoktandır serbest piyasa şartla­rına göre yapılmadığı için ciddi bir verimsizlik baş göstermiş durumda. Bırakın kamu kaynakları, ekonomi­deki kaynaklara erişim için gerekli olan şartların neredeyse hiçbiri ik­tisadi şartlar değil. Bugün devlet bü­rokrasisinin icazeti olmadan büyü­meniz, kafanızdaki bir iş fikrini ha­yata geçirmeniz neredeyse mümkün değil.

Sonuç olarak bugün Türkiye’de esas yanıtlamamız gereken soru “devlet büyük mü küçük mü?” de­ğil, “devlet nasıl bir akılla yönetili­yor?” sorusudur. Türkiye’de sorun ne devletin harcamasında ne istih­damında ne de vergi toplama kapasi­tesindedir.

Asıl sorun, iktisadi karar alma süreçlerinin kurallardan kop­muş, keyfiliğe teslim olmuş olma­sıdır. Bugün Türkiye’de devlet, bü­yüklüğüyle değil, öngörülemezliğiy­le ekonomiyi baskılıyor. Kurumların değil kişilerin belirleyici olduğu bir düzende, girişimcinin cesareti, yatı­rımcının hesabı törpüleniyor. O yüz­den de önce devletin büyüklüğünü değil, zihniyetini konuşmalıyız.

Yazara Ait Diğer Yazılar