Devletlerin sosyal gücü daralırken

Devletlerin sosyal harcama kapasitesi hızla daralıyor. Bu daralma, sürdürüle­bilir kalkınmayı artık teknik bir çevre gün­deminden çıkarıp, kamu yönetimi kapasite­sinin çıplak gerçekleri üzerinden okumaya zorlayan bir kırılma yarattı. Yani kısacası, yıllarca “yeşil gelecek” şarkıları söyleyip güneş panellerine bakarken, arka odada ka­sanın çoktan boşaldığını fark ettiğimiz bir döneme girdik.

Üstelik bu sadece ekonomik bir sıkışma değil; siyasi, idari ve toplum­sal olarak da bir eşik. Devletler bir yandan “ekosistemi koruyalım” derken, diğer yan­dan kendi ekosistemlerinin—bütçe, kurum­lar, işgücü, güven—giderek daha hızlı çöktü­ğünü görüyor. Bu kırılmanın dört kaynağı var. Dördü de aslında yeni değil; sadece da­ha önce üzerlerini parlak kavramlarla, stra­teji belgeleriyle, reform paketleriyle kapatı­yorduk. Şimdi o makyaj giderek akıyor.

Sürdürülebilirlik masalının arkasındaki dört çatlak

Birincisi, yaşlanan nüfus. Sanayi devri­minin o müthiş dengesi –gençler çalışır, yaşlılar torun sever, devlet de arada hesap tutardı– yerini “genç yok, yaşlı çok, bütçe ekside” formülüne bıraktı. Emeklilik sis­temleri o kadar zor durumda ki, artık ülke ekonomilerinin en büyük hayali emeklile­rin biraz daha az yaşaması bile değil; ya hiç yaşamamaları ya da daha çok çalışmaları. Bu bile başlı başına tabloyu özetliyor.

İkincisi, kontrolsüz göçün sosyal fatu­rası. Konu sadece Türkiye’nin Esenyurt ve Bağcılar gibi ilçelerinde kristalize olan ghetto dinamikleri değil; aynı hikâye Ber­lin’de, Brüksel’de, Paris’te de var. Herkes “hoş geldiniz” dedi ama “nasıl entegre ede­ceğiz?” sorusunu kenara attı. Sonuç: Barın­ma fonları yandı, eğitim sistemi zorlandı, sağlık harcamaları patladı, güven krizi ta­van yaptı. Ekonomik maliyeti zaten ayrı; sosyolojik çarpanı daha da büyük. Kısacası sınırlar açıldı, kasalar kapandı.

Üçüncüsü, büyüyen bütçe açıkları. Pan­demi döneminde devletler muslukları aç­tı, kimse de “sonra ne yapacağız?” diye sor­madı. Şimdi o musluk kapanmıyor. Çünkü vatandaşlara “biz o desteği pansuman yap­mak için vermiştik, artık yok” demek poli­tik intihar. Gelir azalıyor, harcama artıyor, borçlanma pahalılaşıyor. Devletler öyle bir döngüde ki, matematik giderek pes ediyor.

Dördüncüsü, iklim adaptasyon maliyet­leri. Kuraklık, sel, gıda zinciri, enerji dönü­şümü… Bir ülkede yağmur yağmaması bile artık bütçe meselesi. Üstelik iklim maliyet­leri devletin sevmediği türden: Ertelenemi­yor, rafa kaldırılamıyor, sonradan ödene­miyor. Yani sürdürülebilir kalkınma artık romantik bir çevre ideali değil; zorunlu bir mali disiplin.

Sonuç? Basit:

Sürdürülebilir kalkınma, artık devletle­rin turnusol kâğıdı.

Bürokratik istikrar yoksa, kurumsal gü­ven erimişse, bütçe disiplini çökmüşse, sosyal entegrasyon nefes alamıyorsa… Gü­neş paneli takmakla, geri dönüşüm kutusu koymakla falan kurtulamıyorsunuz. Bugün ülkelerde yaşanan tartışmanın da bu yüz­den teknik değil, tamamen sosyolojik oldu­ğunu görüyoruz. Ve buna dair birtakım so­rular var:

-Göç yükünü kim kaldıracak?

-Ghetto dinamikleri sosyal dokuyu ne­reden çatlatıyor?

-Devlet kimi finanse edebilir, kimi artık finanse edemez?

-Kurumlara güven niye dipte?

Cevap çok acı ama çok gerçek: Toplum­sal zeminin daraldığı bir yerde hiçbir sür­dürülebilirlik politikası yeşermez. Kısaca­sı, sürdürülebilir kalkınmanın önündeki engel ne iklim krizi ne karbon salımı ne de enerji dönüşüm maliyeti. En büyük engel, devletlerin yavaş yavaş eriyen yönetim ka­pasitesi. Ve bu erimenin ana sebebi, her ül­kenin rafına özenle yerleştirdiği, kimsenin kapağını açmak istemediği o kavanoz: gü­ven eksikliği. Bugün sürdürülebilir kalkın­ma “yeşil devrim” değil, çok daha çıplak bir gerçek: kamu kapasitesinin yeniden inşa­sı. Ne yazık ki bu, güneş enerjisinden daha pahalı, rüzgâr türbininden daha karmaşık, karbon vergisinden daha sancılı. Ama baş­ka da yol yok.

Yazara Ait Diğer Yazılar